Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Söyleşiyorum
Ahmet DAVUTOĞLU: “Türkiye küresel güçtür!”
Konuşan: M. İbrahim Turhan
Türkiye uluslararası ilişkiler açısından çok hareketli günler geçiriyor. Bir taraftan 30 yıllık Kıbrıs Sorunu çözüme yaklaşır, AB ile 40 yıllık ilişkiler üyelik perspektifine evrilirken, diğer taraftan Türkiye yoğun bir dış ilişkiler trafiği yaşıyor. Başbakanlık Başdanışmanı ve Büyükelçi Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile 21 Şubat’ta İstanbul’da tüm bu gelişmeleri değerlendiren bir söyleşi gerçekleştirdik. Davutoğlu bu söyleşide uluslararası ilişkilerin genel akışını ve konjonktürdeki değişmeyi “Stratejik Derinlik” perspektifinden tahlil ediyor ve uluslararası ilişkilerin seyrettiği dinamik şartlarda Türkiye’ye yeni bir stratejik ufuk çiziyor. AB, Kıbrıs ve Orta Doğu gibi kritik alanların tümünde izlenecek politikaların en önemli unsurunun psikoloji olduğuna dikkat çeken Davutoğlu, Türkiye’nin insan ve tarih gerçeğiyle mütenasip bir yere kavuşması gerektiğini belirterek ekliyor: “Türkiye küresel güçtür!”
 
Bugünlerde ülkenin iç ve dış politikası tamamen Kıbrıs Sorunu’na kenetlenmiş durumda. Bu noktada sizin hem ilim adamı, hem de politika yapım sürecine katılan bir kişi olarak yapacağınız yorumlar büyük önem taşıyor. Bu yüzden benim ilk sorum Kıbrıs’la ilgili olacak. Son gelinen müzakere noktasında Kıbrıs’la ilgili nasıl bir perspektif ve ne gibi gelişmeler öngörüyorsunuz?
Kıbrıs’taki süreç 30 senelik bir ateşkestir. Bu noktada uluslararası hukukla realite arasında bir uyumsuzluk var. Fiilî egemenliğini kullanan KKTC uluslararası hukuk açısından tanınmıyor. Güney Kıbrıs’ta ise durum bunun tam tersi. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi fiilî egemenliğine girmeyen alanlarda bile bunu kullanıyormuş gibi davranabiliyor; uluslararası hukuk nazarında ve Avrupa Birliği’nce Kıbrıs’ın bütününü temsil ediyormuş gibi algılanıyor. Dolayısıyla bu Türk dış politikası açısından da, uluslararası sistem açısından da çok zor bir durum. Bunun bir netliğe kavuşturulması lazım ve bu noktada iki çözüm ön plana çıkıyor: Kıbrıs’ın bütününün bir çözüme kavuşturulması ya da Kuzey Kıbrıs’ın tanınabilirliğinin önünün açılması. Türkiye’nin Kıbrıs politikasına baktığımızda, bunu Doğu Akdeniz politikasının bir parçası olarak görmeliyiz. Bu çerçevede Kıbrıs’ın önemi ve çözüme bakış arasında bağlantı kuran bir kategorik ayrışma yapılmamalı. ‘Kıbrıs’ın stratejik önemine inananlar çözüme karşıdır; var olan statünün sürdürülmesi gerektiğine inanır’ veya ‘çözüm taraftarı olanlar Kıbrıs’ın stratejik önemini ihmal eder’ kategorileştirmesi yanlış. Kıbrıs’ın stratejik önemine inanmak, aslında Doğu Akdeniz’in stratejik önemine inanmaktır. Dolayısıyla Kıbrıs’ta Türkiye’nin çıkarlarını gözeten ve Kıbrıslı Türklerin geleceğe dönük varlıklarını garanti altına alan bir anlaşma, Kıbrıs’ın stratejik önemi açısından gereklidir. Bu iki konuyu, “çözüm ve stratejik önemi” kategorik olarak iki kutup gibi görmemek lazım. Bölgedeki gelişmelere baktığınızda da tanınmamış entitelerin sürdürülmesinin o entitelerin arkasındaki güçler için nelere mal olduğunu görmemiz lazım. Bu analizi yaptıktan sonra şunu söyleyebiliyoruz: Türkiye’nin 30 yıllık savunmacı konumundan çıkıp, Kıbrıs’ta kendi çıkarları doğrultusunda çözüm için inisiyatifi eline alması gerekiyordu. Biz de bunu yaptık.
 
Bugün Kıbrıs’ta yaşanan; küresel gelişmelerin ya da büyük aktörlerin dayatması sonucunda Türkiye’nin hareket alanının kalmaması değil, tersine Türkiye’nin bir çıkış yapma ve inisiyatifi ele alma niyetinin tezahürüdür. Öyle mi?
Sadece Kıbrıs konusunda değil, diğer alanlarda alması Türkiye’nin inisiyatifi lazım. Var olan statüyü sürdürmeye yönelik çözümler bir müddet sonra dış baskıyı beraberinde getiriyor. Ayrıca sadece inisiyatif almak değil, çözüm istendiğini göstermek de önemli. Burada birkaç parametre var. Bu öyle bir çözüm olmalı ki Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını gözetmeli, Kıbrıs içindeki çatışmayı minimize etmeli. Kıbrıs ile Türkiye arasındaki ilişkileri artırmalı. Zira herhangi bir Türk-Rum, Türk-Yunan gerginliği olmasa, aslında Kıbrıs’ın ekonomik, sosyal, siyasi ve hatta kültürel açıdan Anadolu ile yoğun bir ilişki içinde olması gerekir. Tabii olan budur.
 
Neden?
Öncelikle mesafe açısından; bir taraftan 60 mil kadar yakın bir mesafede bir ana kıta varken Kıbrıs’ın çok daha uzaktaki Yunanistan ile sistemik bir entegrasyonu gerçekleştirmesi daha zordur. Öbür taraftan sosyal olarak Anadolu’nun güneyi ile yakın bir benzerlik var. Kıbrıs’ta Türkiye ile dil birliği, tarih birliği olan bir topluluk yaşıyor. Dolayısıyla Kıbrıs’ı, 700 bin Rum’un Anadolu’yu tehdit edebileceği varsayımıyla değil, onların da Anadolu’yla yoğun ilişkilere girerek bütünleştiği daha büyük bir fotoğraf içinde görmek lazım. Türkiye açısından oradaki Türk toplumunun çıkarlarının korunması kadar Kıbrıs’ta çatışma doğurabilecek bir atmosferin olmaması da çok önemli. Çünkü Kıbrıs’ta olabilecek bir çatışma Türkiye’nin pozisyonunu zora sokacaktır. Kıbrıs’ta bir barış olur ve bu barış içinde Kıbrıs Türkiye’nin ortağı olursa bu stratejik olarak bizim için en iyi pozisyondur. Ticari ve ekonomik ilişkileri ile, kültür ilişkisi ile, hatta siyasi ve sportif ilişkileri ile Kıbrıs, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ilişkiler ağının bir parçası olursa 700 bin kişilik Rum nüfus, Kıbrıs içinde Türkiye’ye hasmane bir duruşa sahip çoğunluk olmaktan çıkıp, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki nüfuzunu artıran bir unsur haline dönüşebilir.
 
Çatışma riskini minimize etmekten bahsettiniz. Bunun niçin önemli olduğunu biraz daha açar mısınız?
Çünkü güney sahilleri Türkiye’nin en stratejik alanlarını kapsıyor. Konuya stratejik açıdan yaklaşmamız gerekiyor derken de bunu kastediyorum. Bunu sadece oradan gelebilecek ve Türkiye’nin iç bölgelerini etkileyecek askerî tehdit anlamında söylemiyorum. Bundan daha önemlisi İskenderun Körfezi’nin bölgenin stratejik enerji hatlarının birleştiği bir nokta olması. Sadece Bakü-Tiflis-Ceyhan değil, Kerkük-Yumurtalık ve ileride Türkmen, İran ve Mısır doğal gazının da buradan geçmesi söz konusu. Gelecekte bu durum daha da pekişecek ve İskenderun, Basra gibi önemli bir enerji aktarım alanı olacak. Ayrıca Mersin limanı ticari açıdan, Antalya sahilleri ise turizm gelirleri açısından çok önemli. Yani enerji, ticaret ve turizm açısından Türk ekonomisinin can damarı olan bir bölgeden bahsediyoruz. Kıbrıs da bunun hemen güneyinde bulunuyor. Kıbrıs’taki her tür çatışma ihtimali, hem enerji yollarını tehlikeye sokan, hem ticaretin sürmesi için vazgeçilmez olan barış şartlarını yok eden, hem de turizme ciddi ölçüde darbe vuran bir durum doğurur. Kıbrıs’ta iyi planlanmış bir çözüm güneydeki enerji, ticaret ve turizm potansiyelini maksimuma çıkarır ve Kıbrıs’ı da bu bölgeye eklemleyerek potansiyeli buraya doğru çeker. Öyleyse bizim soğukkanlı bir şekilde, uluslararası parametreleri, yani AB parametresini, Doğu Akdeniz dengelerini ve Kıbrıs’ın iç dengelerini gözetecek şekilde bir inisiyatif almamız gerekiyor. Şu anda alınan inisiyatif bu. Yürüyen müzakerelerle de sağlıklı bir çözümün önünü açmaya çalışacağız. Doğu Akdeniz’de Türkiye-Suriye ilişkileri çok iyi gelişiyor. Güneyinde İsrail-Filistin problemi var ama Türkiye-Mısır ilişkileri de oldukça iyi seyrediyor. Keza Yunanistan ile ilişkiler gayet iyi durumda. Kıbrıs’ın bu ilişkiler ağı içinde bir problem alanı olmaktan çıkması bizim için önemli bir avantaj sağlar. Ayrıca, “komşu ülkelerle sıfır problem” politikamızın da bir parçasını teşkil ederek bizim diğer alanlardaki diplomatik esnekliğimizi arttırır. Filistin, Karabağ gibi yakın çevremizdeki problem alanlarına müdahil olmamızı da kolaylaştırır..
 
“Komşularla sıfır problem” politikası ne kadar gerçekçi? Bunun hayalcilik olduğunu söyleyenler var…
Komşu ülkelerin tümüyle gelinecek sıfır problem noktası, Türkiye’nin yeni dış politikasının temel esaslarındandır. Bu esas “Türkiye’nin etrafı sürekli düşmanlarla çevrilidir” psikolojisinden ve buna bağlı gelişen savunmacı refleksten kurtulup, bütün komşuları ile ilişkilerini iyi düzeye getiren bir ülke olma üzerine kuruludur. Bugün bölgede bir savaş yaşanmasına rağmen Suriye, İran, Gürcistan, Bulgaristan ve Yunanistan’la geliştirilen dengeli ve sağlıklı ilişkiler bu esasın hayata geçirildiğini gösteriyor. Şu an çözüm bekleyen iki kilit nokta var; Ermenistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi. Bu noktada açılımlara öncülük edecek şekilde, parametrelerini kendimizin belirleyerek oluşturacağımız Kafkas ve Kıbrıs politikası bu alanları da problemli olmaktan çıkaracak ve komşu ülkelerle geleceğimiz sıfır problem noktası, bize dış politika yapımında büyük bir manevra kabiliyeti kazandıracaktır.
 
Bütün bu analizlere rağmen çözüme yönelik girişimlerin Türkiye’nin aleyhine olacağını savunanlar görüşlerinde ısrar ediyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim artık şunun özgüveni içinde davranmamız lazım: Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, Türkiye’nin çevresindeki hiçbir ülke Türkiye ölçeğinde değildir. Dolayısıyla Türkiye çevresinde oluşturacağı güvenlik ve barış halesiyle bölgedeki çıkarlarını en üst noktaya çıkarabilir. Herhangi bir çözümün veya hatta çözümsüzlüğün de yaşayabilir olması insan unsuruna bağlıdır. Kıbrıs’taki Türklerin mevcudiyeti sadece oradaki askerin mevcudiyetine bağlı olarak devam edecekse, bu beraberinde her an zaaf getirir. Kıbrıs’taki Türklerin mevcudiyeti, onların kültür, tarih, kimlik bilinçleriyle, ekonomik refahları ve sosyal entegrasyonlarıyla sürecekse, bu, Kıbrıs’taki Türk etkisinin gittikçe yükseleceği ve daha dinamik bir genç nüfusun orayı etkileyeceği bir yapı doğurur.
 
Şu an Kıbrıs’taki tavrımız, iki toplumu ön plana çıkaran ve kurucu parça devletlerin mümkün mertebe ağırlıklı olduğu bir federasyondan yana. Türkiye Irak konusunda ise ülkenin bütünlüğünün korunması ve etnik temele dayalı bir federatif yapının olmaması konusunda ısrarcı. Oluşabilecek federasyonun da mümkün mertebe bir merkezin etrafında kurulması gerektiğini söylüyor. Kıbrıs’ta öngörülen çözüm ile Irak’taki birbiriyle çelişmiyor mu? Bu, Türkiye’nin dış politikası açısından elini zorlaştıran bir durum teşkil etmez mi?
Hayır. Siyasal sistemlerin hepsi birer araçtır. Siyasal sitemlerin kendisi değerli değildir. Sistemin hizmet etmekte olduğu hedefe bağlı olarak araç önem kazanır. Önemli olan federasyonun o toplum yapısına uyup uymaması. Eğer bir federasyon uygulandığı toplumun refah, güvenlik ve meşruiyet sorunlarını çözüyorsa değer taşır ve o toplumdaki muhtemel çatışmaları minimize edip bütünleşmeyi kolaylaştırdığı ölçüde başarılıdır. Yani federasyonun bizatihi kendisi doğru ya da yanlış değildir. Irak’ta şu anki konjonktürde bütün dünyanın kabul ettiği ve Irak gerçekliğinin de açıkça gösterdiği bir husus var ki, etnik temele dayalı bir federasyon Irak’ta bir iç savaş getirir. İç çatışma riskini artırırken hasmane rekabet duygularını körükleyerek toplumsal bütünleşmeyi engeller. Buna mukabil, bir iç çatışmayla birbirinden kopmuş ve fiilî olarak 30 yıldır ayrı yaşayan iki toplumun bulunduğu Kıbrıs’ta etnik temelli iki kesimliliğin yok edilmesi durumunda çatışma riski yükselir. Irak’ı bir arada tutmak için doğru olan etnik federasyona karşı çıkmak, Kıbrıs’ı bir arada tutmak için doğru olan ise zamana yayılan bir entegrasyon ve hiç değilse Türkiye AB’ye girene kadar iki kesimliliğin korunmasıdır. Dolayısıyla Kıbrıs’ta iki kesimli federasyona taraftar olup, Irak’ta karşı olmak çelişki değildir. Aynı şartlar ve aynı tarihî konjonktüre sahip olan toplumlar için aynı şey savunulmuyorsa, bu ancak o zaman eleştiri konusu edilebilir.
 
Bir başka konuya geçmek istiyorum. Rusya gezisi yapılacak. Arkasından Putin Türkiye’ye gelecek. Türk-Rus ilişkileri açısından da çok canlı bir döneme giriyoruz. Ama aynı zamanda Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinde problemlerin de yaşandığını görüyoruz. Türkiye Avrupa’ya yaklaşırken Rusya ile ilişkilerinin gerginleşmesinden mi çekiniyor?
2004 yılı kamuoyunda AB yılı olarak algılanıyor ve bunda haklılık payı var. Ama 2004 yılının ilk yarısında Asya ağırlıklı bir programı da devrede tutacağız. Dikkat ederseniz, Başbakan Güney Kore’ye gitti, Japonya’ya gidecek; Dışişleri Bakanı Rusya’ya gidiyor. Geçen sene de bütün Orta Asya ülkelerine geziler yapıldı. Dolayısıyla Asya ayağı ihmal edilmiyor. Bu çerçevede Rusya ile başlatılmış Avrasya Ortak Eylem Planı var ve Ruslarla istişareler hiçbir zaman kesilmedi. Şimdi bunu üst düzeyde tekrar gözden geçirip, Avrasya ölçeğinde Rusya ile Türkiye’nin ortak çıkar alanı geliştirmesi gerekiyor. Yani Avrasya’yı Türkiye ile Rusya’nın çıkar çatışmasının yaşandığı bir bölge olmaktan çıkarıp, Türkiye ile Rusya’nın ortak çıkar alanlarının genişleyeceği bir coğrafya haline getirmek lazım. Türkiye’nin AB ilişkilerinin, Türkiye’nin Rusya ve Avrasya politikalarına olumsuz etki yapmamasının mekanizmalarını şimdiden kurmamız gerekiyor.
 
Türkiye ile Rusya arasında tarihsel bir rekabet söz konusu. Bir de geçmişte yaşanan ve çok başarılı olmayan Karadeniz İşbirliği gibi bir tecrübe var. Bu işbirliğinden beklenen hasıl olmadı. Şimdi Orta Asya’yı Türkiye ile Rusya’nın çatışma alanı olmaktan çıkarıp, bir işbirliği alanı haline getirmek nasıl mümkün olacak?
Konuya, küresel perspektiften ve Avrasya ölçekli karşılıklı işbirliği ihtiyacı temelinde yaklaşmak lazım. AB’nin ve NATO’nun genişlemesi olguları karşısında Türkiye’nin Rusya’ya, Rusya’nın da Türkiye’ye olan ihtiyaçları artıyor. Türkiye AB’ye aday ülke ama AB’ye entegrasyonu sürecinde ve ondan sonra AB içinde etkili bir ülke olması, Asya derinliğinde Rusya ile eşit ve dengeli bir ilişki kurabilmesiyle doğrudan alakalı. Rusya ile Türkiye’nin birbirine olan ihtiyacı eskiden bir rekabet alanı içinde olabilirdi. Çünkü Rusya da Türkiye de emperyal bir alt yapıya sahiptiler ve söz konusu olan iki imparatorluğun Avrasya mücadelesiydi. Şimdi ise, güçlü imparatorluk geleneğine sahip ama ulus-devlet olarak daha küçük ölçekli yapılarda birbirlerine ihtiyaçları var. Avrasya’nın iki köşesinde yükselen AB ve Çin karşısında, rakip olmak bir yana, Avrasya’nın merkezinde daha fazla işbirliği yapmak durumunda olan iki ülke olacaklar. Dolayısıyla Türkiye’nin önümüzdeki dönemde Rusya ile olan ilişkisini küresel anlamda değerlendirecek olursak, ben ilişkinin karşılıklı bağımlılık yönünde seyretme ihtimalini daha yüksek görüyorum. Bölgesel anlamda, Balkanlar-Kafkaslarda da iki ülkenin birbirine ihtiyacı var. Özellikle her iki ülkenin çevresinde bir güvenlik alanı oluşturabilmesi açısından Kafkasya ve Orta Asya’da işbirliği alanları oluşturmak önemli.
 
Bu az önce değindiğiniz Kafkasya’daki problemlerin çözümünü de kolaylaştırır mı?
Önemli bir etki yapabilir. Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin zayıflaması ya da kopması Kafkasya’daki gerilimleri yükseltir. Karşılıklı şüpheleri artırır ve bu da Kafkasya’daki mücadele alanlarının ısınmasına sebep olur. İlişkilerin sağlam olması ve bunun devamlı hale getirilmesi Kafkaslardaki gerilimlerin azaltılması için şarttır. İkili ilişkiler bağlamında da şu anda Türkiye, Rusya’nın en büyük doğal gaz alıcılarından birisidir. Bunun yanında Türk-Rus ekonomik ilişkileri her iki ülke açısından ilk on arasındadır ve gelişmeye devam etmektedir. Her iki ülkenin birbirini tamamlayıcı ilişkilere sahip yapıları söz konusudur. Bu da iki ülkenin potansiyellerinin bir işbirliği çerçevesinde daha da gelişeceğini gösteriyor. Karadeniz Ekonomik İşbirliği şu ana kadar istediğimiz neticeyi vermemiş olsa da, yeni düzenlemelerle geçmişteki bu tecrübeyi geliştirmeli ve farklı alanlara yaygınlaştırmalıyız.
 
Biraz da Büyük Orta Doğu Projesi’nden konuşalım. ABD’nin bu projesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’de takip edilmeye çalışılan dış politikanın temel esaslarını ortaya koyduğumuzda bugün tartışılan birçok projeye, mesela Büyük Orta Doğu Projesine nasıl yaklaştığımız çok daha netleşecektir. Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra dünyaya özgürlük söylemi hakimken, 11 Eylül sonrasında güvenlik söylemi egemen oldu. Bu süreçte başta ABD olmak üzere, küresel aktörler, sivil toplum kuruluşları ve akademi camiası güvenlik ağırlıklı bir söyleme yöneldi; bunun tek istisnası Türkiye’de yaşandı. Bu dönemde, güvenliğini riske etmeden, sürekli demokratikleşme paketleriyle özgürlük alanını genişleten tek ülke Türkiye’dir. Bu iç politika açısından da son derece önemlidir; zira özgürlük ve güvenlik alanında sağlanacak denge iç siyasal meşruiyet problemini de çözecektir. Devletle millet arasındaki en temel mutabakat, “zımnî anayasa”, devletin kendi insanına güvenmesi ve ona özgürlük vermesi, bunun karşılığında da halkın devletten emin olması üzerine kuruludur. Biz bunu gerçekleştirebildiğimiz ve iç siyasal meşruiyeti dengeli bir özgürlük ve felsefî bir güvenlik anlayışı ile irtibatlandırabildiğimiz oranda Türkiye diğer ülkelere model olacaktır. Türkiye bu anlamda hem coğrafî, hem de tarihî açıdan Avrasya’nın merkez ülkesidir. Bunun özgüveni içinde davranıp kendi projemizi, kendi paradigmamız içinde harekete geçirebilirsek, dışarıdan bir ihale olmaksızın kendi bölgemizde ciddi dönüşümlerin önünü açabiliriz. Komşu ülkelerin tümüyle gelinecek sıfır problem noktası, bu dönüşümün habercisidir.
 
Büyük Orta Doğu projesini bir tehdit olarak mı algılamak gerekiyor, yoksa iyi bir kriz yönetimiyle tehdit fırsata dönüştürülebilir mi? Bu projeye cevap ne olmalı?
Benim Stratejik Derinlik kitabında üzerinde durduğum bir husus var: Orta Doğu’daki gelişmelerle uluslararası dönüşümler arasında her zaman bir paralellik var. Mesela I. Dünya Savaşı küresel anlamda büyük bir dönüşümü getiriyor beraberinde. Bunun Orta Doğu’daki yansıması, Osmanlı devletinin tasfiye edilip, Orta Doğu’nun sömürgeciler tarafından paylaşımıdır. Keza II. Dünya Savaşı yine büyük bir dönüşüme sebep oldu ve bunun Orta Doğu’daki sonucu, sömürgelerden yeni ulus-devletlerin doğuşudur. Soğuk Savaş döneminde dünyadaki kutuplaşma aynen Orta Doğu’ya yansımıştır. Orta Doğu’nun uluslararası dönüşümlerden bağımsız olarak kendini muhafaza etmesi çok zordur. Eğer dünyada bir dönüşüm yaşanıyorsa bu Orta Doğu’ya da yansıyacaktır ve bu Amerika istiyor diye olmayacaktır. Orta Doğu’da şimdi düşünülen demokratikleşmenin aslında 90’lı yılların başlarında aynen Doğu Avrupa’da olduğu gibi yaşanması gerekiyordu. Ama Orta Doğu’nun o zaman uluslararası sistemin merkezinde olan ABD ve Avrupa ülkeleri’nin ekonomik rekabet alanına dönüşmesi sebebiyle tutarlı bir tavır geliştirilemedi. Dolayısıyla aslında Orta Doğu’daki dönüşüm 10 yıl gecikmiş bir dönüşümdür. Ama bu dönüşüm Orta Doğu’daki ulus-devlet sınırlarını kaldırarak, Orta Doğu’yu tekrar parçalayarak yapılacak olursa, kaos doğurur ve olumlu bir dönüşüm olmaz. Bu dönüşümün tabandan gelen bir dönüşüm olması ve kültürel, ekonomik parametrelerinin de tebarüz etmiş olması lazım. Şu anki siyasal ve ekonomik yapısıyla Orta Doğu’nun bu şekilde varlığını sürdürmesi zor. Bizim burada Amerika’nın isteğine göre tepkici bir tavır geliştirmekten öte, Orta Doğu’nun son hükümran devletinin mirasçıları olarak, bölgenin geleceği ile ilgili proaktif bir tavır geliştirmemiz, bunun zihnî altyapısını hazırlamamız ve bunu bölge halklarıyla paylaşmamız lazım. Mesela Dışişleri Bakanının son Kuveyt toplantısındaki konuşmasının en vurgulu cümlesi şuydu: “Biz Orta Doğu halkları kendi bölgemizin kaderine sahip çıkalım”. Bu kadere bu bölge halkları sahip çıktığı zaman başka birinin dönüştürmesinden bağımsız olarak, bölge istikrar içinde kendi dönüşümünü gerçekleştirebilir.
 
Dönüşümün bölgenin kültürel, ekonomik, toplumsal ve siyasal unsurlarına bağlı şekillenmesi gerektiğini söylediniz. Ekonomik unsurları anlayabiliyoruz. Bölge ülkeleri arasında ekonomik etkileşimin, ticaretin artması, bir takım ticaret sınırlamalarının kaldırılması ile olabilir ki zaten dünyadaki genel eğilim de bu yönde. Siyasal anlamda kastedilen şey ise katılımın ve siyasal meşruiyetin artmasını sağlamak. Bu da, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün İKÖ Tahran Zirvesinde yaptığı konuşmada değindiği bir husustu. Peki kültürel ve toplumsal unsurlar dediğiniz zaman, neyi kastediyorsunuz?
Her şeyden önce bölgede kültürel iletişimin artmasını kastediyorum. Türkiye’de kaç kişi Arapça bir televizyon kanalını takip edebiliyor? Türkiye’de kaç aydın Suriyeli bir aydını tanır? Ya da tam tersi Suriyeli aydınlar kaç Türk aydınını tanır? Bir bölgenin sağlıklı dönüşebilmesi için o bölgede yaşayan toplumlar arasındaki kültürel ilişkinin en üst düzeye çıkması ve problemlerin de bu düzlemde tartışılabilir olması lazım. Olumlu ya da olumsuz, bir değişimin en önemli unsuru mobilizasyondur. Değişebilmek için önce hareket etmek gerekiyor. Bu hareket insan hareketi, zihin hareketi yani entelektüel ürün ve fikirlerin hareketi, malların hareketi olabilir; ama mutlaka bu hareketliliği sağlamak lazım. Şimdiye kadar Orta Doğu’da hareket her bir devletin diğeriyle yaptığı ikili hareket şeklinde gerçekleşti. Şimdi bunun bölgeye yayılması, çok yönlü bir şekilde devam etmesi lazım. Ayrıca bu mobilizasyonun artması, çok kötü oluşturulmuş sınırların olumlu yönde açılmasını da beraberinde getirecektir. Bu, sınırların bir engel olmaktan çıkıp, bir etkileşim hattı olmasına yol açacaktır. Sınırları değiştirmektense, esneterek etki alanını artırmak zorundayız. Türkiye’nin perspektifi de bu olmalı. Kuzey Irak’taki sorunla ilgili tartışmamız gereken, Irak sınırının kaç km. güneyine indirilebileceği ve dolayısıyla Irak’ın Türkiye’den ne kadar uzaklaştırılabileceği değil; Türk ürünlerinin, Türkiye kaynaklı fikir ve etkinliklerin, Türkiye kaynaklı çözümlerin Irak sathında ne kadar etkili olabilecekleri olmalı. İran-Irak Savaşı bize çok açık bir şeyi öğretti: Sınırlar bir milyon insan hayatı karşılığında bile bir metre ileri götürülemiyor. Ülkeleri yeniden bölmek yerine siyasal sınırları olduğu gibi kabul edip, ekonomik ve kültürel sınırları açmak suretiyle sınırları esnetmek daha doğru bir yöntemdir. Orta Doğu’da da bunun gerçekleşmesi gerekmektedir.
 
Alman Hıristiyan Demokrat Partisi lideri Merkel’in Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı çıkışını ve onun yerine imtiyazlı ortaklık önerisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu yıl sonunda verilecek karar Türkiye’nin test edildiği bir karar olmayacak; burada AB test edilecek. AB küresel bir güç mü olmak istiyor, yoksa kıtasal bir güç olarak mı kalacak, bu karar bize bunu gösterecek. Küresel olmanın iki şartı var: Stratejik olarak Asya bağlantısı kurmak ve çok kültürlü bir yapıya sahip olmak. Merkel gibi düşünenler AB’yi kıtasal güç olarak muhafaza edip, Avrupa’nın kendine özgü olduğu düşüncesiyle mevcut yapıyı devam ettirmekten yana. Ancak Avrupa’nın kendine özgü olduğunu söylemek Avrupa’yı övmek değil, onun zaafını ortaya koymak demektir. Avrupa’nın kendine özgü olduğunu söylemek, aslında Avrupa’nın küreselleşemeyeceğini söylemektir. Bu Avrupa’nın zaafını Avrupa adına haykırmak olur. Türkiye’nin zaafını göstermez. Türkiye Avrupa’yı dönüştürecek kadar iddialı, Avrupa içinde söz söyleyecek kadar sağlam temellere dayalı, tarihî ve kültürel birikime sahip bir ülkedir ve stratejik olarak da Avrupa’nın uluslararası stratejik etkisini artırabilecek bir yapıdadır. Avrupa’da her aydın ya da her siyasetçi bu gerçeği görebilecek kadar derin değildir.

Paylaş Tavsiye Et
Söyleşiyorum
GEÇMİŞ YAZILAR