Mustafa Sabri Efendi’den
Nûr-ı dîdem Sevgili Ali Ulvi Efendi,
Aylardan beri iki mühim borcun edasında geç kalmaktan mütevellit bir azab-ı vicdanî kalbimi tırmalamakta idi. Bunlar altı ay evvel Ankara’dan gelen bir mektup ile üç ay evvel Medine-i Münevvere’den gelen mektubuna cevap yazmak borçları idi. (Şimdi) borcunu ödemeğe başlayan adamlar gibi hazz-ı nefsî duyuyorum.
Halden bilerek, kalp dilinden anlayarak yapılan şöyle bir tahlil neticesinde Küçük Ali oğlumuzun Mısır’dan Medine-i Münevvere’ye gittikten ve orada merhum pederinin vefatıyla başsız kalan efrad-ı aile umurunu da muktedir olduğu kadar tanzim ve tesviye ettikten sonra veyahut hatta bu iştigalât arasında ihtilâs-ı vakt ederek bize mektup gönderemediğinin ve bu hususta çok ağır davrandığının hikmeti anlaşılır. Ve kendisinin bu vadide uzun uzadıya afv u safh dilemesine hacet kalmaz. Buna kıyasen benim kendimin de mevzu bahis ettiğim iki mektuba cevap borcumu hayli teehhürle eda ettiğimi onlar da elbet mazur görürler.
Onlar mektuplarında beni çok sevdiklerini anlatmak için emek çekmeğe ve nefes tüketmeğe lüzum görerek kendilerini yormaktan çekinmemişler ve muhabbetten hürmete geçerek bunda da muhabbetlerinin derecesine göre ifrat ve mübalağaya düşmüşler ki mektupların ikisinde de bu noktayı şayan-ı intikad buldum. Muhabbet ölçüye gelmeyeceği cihetle, bunda ifratı tecviz ve belki takdir ederim; lâkin hürmet meselesinde ölçü ile hareketten ayrılmamalıdır. Mektup sahiplerinin hakkımdaki fazla sevgilerine mukabil benim de kendilerine aynı derecede muhabbetimi kazanmak için muhabbetten hürmete atlamalarına ve onda da haddimi tecavüz etmelerine lüzum yoktu1. Beni sevmeleri, benim de kendilerini sevmemi icap etmek için kafi idi. Ankara’ya yazdığım cevabî mektubumda; “Muhabbet kadar karşılığını almağa hakkı olan hiçbirşey yoktur dediğim gibi, çok eski bir tarihte yazdığım “ihtiyarlık” manzumesi de şu beyitlerle nihayet buluyordu:
Almaz hayattan yine gencin nasibini
Bir ihtiyar farz ediniz dehr ü şahdır
Dünyadadır hayatta bîgânedir fakat
Ölümün kolay değil yaşamak hem günahdır
Saile beliyle Hakk’a takarrub eder gibi
Bir göz nazarasında öbür hâbgâhdır
Çekmiş başında saçları teslim bayrağı
Hükm-i sipihr çünkü yaman bir sipahdır
Rüyasının semasını teşkil eder şebab
Yıldız o gökte varsa seven bir nigahtır
Büyük Kitap’ın vaziyetini soruyor ve burada bulunmadığın için tebyiz ve tab‘ına yardım edemeyeceğinden mütevellit teessüratını kaydediyorsun. Hakikatte, kendi kendine “Büyük Kitap” namını alan ve hâlâ tab‘ına başlanamamış olan bu kitabın tab‘ında senin ve Hafız Mustafa Efendi oğlumuzun gaybubetiniz mühim bir noksan addolunmağa şayandır. Burada olsa idin “el-Fevlü’l-fasl”ı yazdığın gibi bunu da yazar ve yazarken kitabımın -iki mana ile- birinci kârii olurdun. Bu vesile ile söyleyebildim ki benim kitaplarımı okuyanlar arasında senin kadar iştiha ile okuyan ve maksadımı kavrayan ya az bulunur, ya hiç bulunmaz. Ecelden aman bulursam, Büyük Kitab’ın arz ettiğim gibi tab‘ına muvaffak olduktan sonra benim için Mısır’da kalmayıp Medine-i Münevvere’ye hicret zamanı gelmiş olur.
(Dinî Mücedditler)’i burada iken istinsah etmediğine müteessif ve nadim olmakla çok büyük himmet ve takdir gösteriyorsun. Bu kitabın bendeki tek nüshasını akla gelmeyecek bir yere kaptırdım dersem bana kızacaksın. İbrahim de kendi nüshasını benimkine i‘timaden daha evvel çok kıymetli bir dostuna ihda etmiş, geri almağı biçimsiz görüyor. Elinizde bulunan öteki uzun adlı kitabı sıkı tutunuz. Memleketimizden çıkarken bu kitaptan bir sandık derununda yedi sekiz yüz nüshayı, beldeden beldeye dolaşırken Beyrut’dan Romanya seferine nöbet gelince Ömer Neca Efendi’ye bırakmıştık. Bilahare Ömer Efendi de ölünce bir sandık kitap evlatlarına kaldı. Biz Yunanistan’dan Mısır’a döndükten sonra bir aralık kitaplarınızı aldırdık diye bize bir mektup geldiyse de o zaman, Mısır’da istikrarımız kat‘iyyet kesbettiği yahut bunların nakli masarıfına kafi paramız olmadığından biraz daha orada kalmasını rica etmiştik. O tarihten birkaç sene sonra Osmanlı Prensi Hayreddin Bey vasıtasıyla kitaplardan bir kısmını celb etmek istedik, prense verdikleri cevapta: “Şeyh efendinin (yani benim) emri ile biz o kitapları yaktık” demekten ibaret olmuş! Şu iki Türkçe kitabın nerelerde bulunacağını sorduğuna nazaran birisi İstanbul’da bulunduğumuz esnada kısmen (intişar ettikten sonra bakiye-i mevcudesinin Beyrut’ta başına gelen hadise-i garîbeyi burada iken işitmediğin anlaşılıyor. İkincisi yani Dinî Mücedditler ise biz İstanbul’dan çıkarken henüz tab‘ı hitam bulduğundan yanımıza alacağımız nüsha gezdiğimiz memleketlerde eşe dosta hediye tarikiyle tevzi‘ edilip bitmiş ve İstanbul Evkaf Matbaası’nda kalan 951 nüshaya da Hükümet-i Kemaliye vaz‘-ı yed eylemiştir.
75’inci numaraya kadar tab‘ ve neşr edilmiş olan Yarın gazetesi nüshalarına beher bir veya iki numara eksik olarak nezdimizde bulunan koleksiyon haricinde bazı numaralara ait fazla nüshalar bulunduğu ve bunlardan kısmen sizlere verildiği halde ikinci defa biraz daha tedarik edip size göndermek şimdi biraz güç olur. Sadık Bey’in isti‘âre ettiklerimi tahriren kendisinden istemek daha kolaydır. Mûmâ ileyh kerimesini yeniden tezevvüc ettiği ikinci ve zengin damadının yardımıyla hayliden hayli müreffeh bir halde olduklarından Saatçi Osman Efendi’nin ve Hafız Mustafa Efendi’nin ve senin gözlerinizden öperek hatm-i kelam ediyorum. Diğer muhibbana selam!...
Fi 18 Muharrem 1366
Manevî pederin Mustafa Sabri
Nureddin Topçu’dan
Alem-i İslam’ın medâr-ı iftiharı büyük şair ve mücahid Ali Ulvi Kurucu Beyefendiye,
Pek muhterem Beyefendi,
Doktor Hümeyra Hanım hemşiremiz vasıtasıyla lutfettiğiniz ve naçiz şahsıma sonsuz iltifat bezl eden mektubunuzu aldım. Pek büyük zevkle okudum. Hiçbir eseri gayesine ulaştıramayan varlığımın bedbaht simasına Ravza-i Resulullah’tan ümitler ve nurlar serptiniz. Üstadınız ve üstadımız, bütün İslam dünyasının yirminci asırda “İkbal” ile beraber önderi, mürşidi olan Mehmed Akif merhumun şahane kalemiyle anlattığı, Necid çöllerinden Medine’ye gelerek Merkad-ı Resulullah’a kapanıp (ruhunu) teslim eden Sudanlının hayali ruhumu doldururken, bu kadar güzel bir ölümden evvel, Ruh-u Resulullah’ı şad edecek bir hareket ortaya koyamamış olmanın azabı içinde yaşıyorum.
Civar-ı Resulullah’ta bulunan sizlerden dua, Allah’tan inayet beklemekteyim. Şu anda üstad Celaleddin Efendi Hocamızın vefatı buradaki Müslüman gençliğimizi dilhun ve perişan bıraktı. Sizin Ruh-ı Akif’i şâd eyleyen pek değerli şiirlerinizi “Yeni İstiklal” sütununda okurken üstadın böyle zaman zaman dünyamızı ziyarete gelmiş olduğu tasavvurundan kendimi alamıyorum. İnşallah bu himmetlerinizle önderlik edeceğiniz (şiirimizi) şiir sanatı diye yuvarlandığı girdaptan bir gün kurtaracaksınız. İstikbal muhakkak imanımızındır.
Iyd-i Saîd-i Fıtrınızı tebrik eder, size ve belde-i mübarekede muvattın bilcümle vatandaşlarımıza gıyabî hürmetlerimi takdim ederim.
İstanbul 6 Mart 1967
Nureddin Topçu
1 Medine-i Münevvere’ye gelecek olsam orada, muhterem Saatçi Osman Efendi ile ikinizin teşkil ettiği zümre-i muhibban tarafından Cidde’de karşılanarak Medine-i Münevvere’ye kolları ve başları üzerinde götürülmek tasavvurunda bulunulmuş ise de böyle şeyler Fahr-i Risalet Efendimizin bu hakir ve günahkâr ümmetine yakışmaz. Ben o mübarek beldeye, yerlerde sürünerek gitmek isterim. Buna gücüm yetmezse : “Şayeste addedilse de bir pîr hürmete/Hürmetde olmaz âh mu‘âdil-i muhabbetim” diyen şairi taklit ederim.
Paylaş
Tavsiye Et