Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Modernite ve medeniyet arasında etnisite sorunu
Önder Bilgel
BUGÜN kullandığımız ay isimlerinin sadece üçü; Ocak, Ekim ve Aralık Türkçe. Diğerleri Arapça, Latince ve Süryanice kökenli. Kaderin bir cilvesi, Süryanice’de ‘sıcakların çoğaldığı, ekinlerin olgunlaştığı dönem’ anlamına gelen hazuran ayı, Türkçe’den başka dillerde ilk resmî televizyon yayınının yapıldığı ay oldu. Daha da ilginci; ilk Kürtçe (Kırmanci) yayın ile 1994’ten beri cezaevinde tutulan eski DEP’li milletvekillerinin salıverilmesinin aynı güne denk gelmesiydi.
Başbakan Demirel’in koalisyon ortağı İnönü ile birlikte 1992’de Diyarbakır’da “Kürt realitesini tanıması”ndan iki yıl sonra, DEP’li milletvekillerinin Meclis kapısında hukuka aykırı biçimde göz altına alınmaları ve tutuklanmaları, sorunun dramatik yönünü ortaya koymaya yeter. Kürt sorunu Cumhuriyet ile yaşıt; aynı zamanda ‘irtica’ ile birlikte resmî ideolojinin tanımladığı iki temel tehditten biri. Halbuki Osmanlı döneminde zaman zaman ve mevzî sorunlar yaşandıysa da, Kürtlerin varlığı krize yol açmıyordu. Erzurum Kongresi kararlarında, Türklerle Kürtlerin kader birliği vurgulanıyordu. Lozan Konferansı’nda Bağımsız bir Kürt devleti kurulması konusu, özellikle İngiliz heyeti başkanı Lord Curzon tarafından gündeme getiriliyordu. Buna karşı, İsmet Paşa, bu azınlıkların korunmaya ihtiyaçları olmadığını, zira ülkenin aslî unsurları olduğunu; “Türkiye’de hiçbir Müslüman azınlık yoktur; çünkü, kuramsal yönden olduğu kadar uygulamada da Müslüman nüfusun çeşitli unsurları arasında hiçbir ayırım gözetilmemektedir” sözleriyle belirterek itiraz etti. Tartışmalar yoğunlaşınca, Mustafa Kemal’in önerisiyle Kürt kökenli mebuslar, yerel kıyafetleriyle Meclis’e geldiler ve Lozan’a, ayrı bir Kürt devleti istemediklerini, zira kurulan devletin bütün Müslümanların ortak devleti olduğunu dile getiren bir telgraf çektiler. Toplantıya özellikle çağrılan yabancı gazeteciler, haberi anında tüm dünyaya duyurdular.
81 yıl sonra aynı şehirdeki yabancı gazeteciler, Saharov Barış Ödülü sahibi Zana ve arkadaşlarının Ulucanlar Cezaevi’nden salıverildiği haberini merkezlerine iletiyordu. AB yolunda ilerleyen Türkiye’nin ummanları aştıktan sonra gölde boğulmasını bekleyenler bir kez daha yanıldı; reformlar konusunda sergilenen performans izleyenleri hayrete düşürdü. Hapisten çıkan Zana’nın ilk mesajında “Gün dargınlıkların, kızgınlıkların, acıları körüklemenin günü değildir. Gün daha çok bütünleşme, herkesin ama herkesin kendisini önyargılardan arındırarak 21’inci yüzyılın evrensel değerleriyle buluşma günüdür” ifadeleriyle makûl ve soğukkanlı bir tavır sergilemesi umutları artırdı.
 
Tehlikeli Süreç
Türkiye’de demokratik ve kültürel haklar alanında olumlu gelişmeler yaşanırken, PKK’nın devamı KONGRA-GEL’in, 5 yıldır devam ettirdiği sözde ateşkese 1 Haziran’da son verdiğini açıklamasıyla gerginleşen ortamdaki olumsuzluk, eski DEP’lilerin bazı ifadeleri ve Güneydoğu’daki toplantılardan basına yansıyan görüntülerle iyice arttı.
Bugün Türkiye’yi bekleyen tehlikenin iki yönü var. Birincisi; KONGRA-GEL bugün gelinen noktayı, kendi yarattığı terör sonunda oluşan siyasallaşmanın bir yansıması olarak görme yanlışına düşüyor. Tehlikenin bu boyutu önce, Abdullah Öcalan’ın, Zana’nın Avrupa’da; Dicle’nin de Türkiye’de örgütün sözcüsü olmasını istediğine ilişkin iddialarla somutlaştı. Ardından eski DEP’liler ile DEHAP Başkanı Tuncer Bakırhan’ın tavırları kafa karıştırdı. Bakırhan, Başbakan Erdoğan’dan, daha hızlı adımlar atmasını isterken; KONGRA-GEL’e “ateşkesi bozmayın” çağrısı yaptı. Ayrıca “Hükümete de KONGRA-GEL’e de eşit mesafede olduklarını” ifade ederek, Türkiye ile PKK arasında bir çeşit arabuluculuğa soyunduğu izlenimi verdi. Savaş, barış, ateşkes, görüşme, arabuluculuk gibi, tarafların denk statü ve meşruiyette olduğu havasını doğuran uluslararası hukuk kavramlarıyla konuşuldu. Bu durum kamuoyunda tepkilere yol açtı ve yönlendirmelere elverişli bir ortam oluştu.
Tehlikenin ikinci boyutu ise; statüko ortak paydasında ittifak eden ‘derin’ çevrelerin, Türkiye’nin -dünyadaki genel gidişten farklı olarak- özgürleşme yolunda ilerlemesini kesintiye uğratmak için hükümeti sıkıştırma fırsatı elde etmeleriydi. Kısacası, ‘iyi saatte olsunlar’ devreye girdi. Son dönemde medyadaki haberler ve yorumların içeriği kadar tarzı da dikkat çekiciydi. Nasıl bir süreçte ve hangi saiklerle tutuklandıkları unutulan eski DEP’lilerin tahliyelerini, AB yolunda taviz, hükümetin bahşettiği bir lütuf olarak gösteren yorumcular, sanki bir yerden düğmeye basılmışçasına savaş baltalarını çıkardılar. Zaten ‘ideolojik sabıkası’ dolayısıyla göz altında olan hükümet, ülkenin devleti ve milletiyle bölünmez bütünlüğünden AB uğruna taviz vermekle suçlandı. Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın kendisine -rating endişesiyle değilse, komplo kokan bir üslup ve ısrarla- sorulan sorulara verdiği tepki, girişimlerin amaca ulaşma yolunda olduğunun işaretlerini verir gibiydi. “Bölücübaşının yakalanmasından beş yıl sonra terörün yeniden başlamasını neye bağlıyorsunuz” sorusuna Büyükanıt’ın; “Herhalde ortamı uygun gördüler ve böyle şeylere başladılar. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gereken cevabı vereceğinden kimsenin endişesi olmasın” cevabını vermesi; DEHAP Başkanı’nın ifadeleriyle ilgili de, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, gerek bölücü terörle, gerekse sinsi irtica ile mücadelesi devam edecektir” şeklinde konuşarak irticayı bölücülükle birlikte zikretmesi dikkat çekiciydi. Tam bu sırada Kuzey Irak’taki gelişmeler, Kerkük sorununun geldiği nokta, ABD’nin bölgede KONGRA-GEL’e yönelik bir operasyon düşünmediğine ve İsrail’in bölgedeki faaliyetlerine ilişkin haberler gerilimin dozunu artırdı.
 
AK Parti’nin İmtihanı
Türkiye’de insanlar yıllarca barış içinde yaşayageldikleri topraklarda, analarından öğrendikleri dilden utandılar; bebeklerine ninelerinin, dedelerinin adını vermekten korktular. Kötü muamele, hatta işkence sıradanlaştı; can emniyeti “faili meçhul”lere kurban gitti. İki ateş arasındaki insanlar köylerinden göçmeye mecbur kaldı. Hem de, bilinçli bir propagandayla, bu baskıların, yedi düvele karşı omuz omuza savaştıkları kardeşlerinden kaynaklandığı hissi verildi. Sonuçta İstiklal Savaşı’ndakinin üç katı can ve Hazine’nin bugünkü dış borçlarına denk ekonomik kaynak kaybedildi.
Bugün gelinen noktada geri dönüş mümkün değil. Türkiye ağır bedel ödeyerek kurtulduğu şizoid paranoyanın yeniden esiri olmamalı. Bununla birlikte, haklar mücadelesi küresel satrancın kombinasyonları içinde Türkiye’yi girdiği yoldan çıkarmanın veya zaafa düşürmenin bir manivelası olarak da kullanılmamalı.
 
Kültürel Haklardan Etnik Ayrışma Doğar mı?
Ulus (nation) kelimesinin kökeni nasci; Latince ‘doğmak’ anlamına gelir. Aynı ana-babadan, aynı soydan gelen insanları ifade eder. Etnisite kavramı ise ethnosdan gelir ve ‘halk’ın karşılığı olarak kullanılır. Bugünkü haliyle etnisite kavramı, ‘halk’ kelimesinin masumane ifadesinin ötesine geçmiş durumda ve çatısı altında topladığı kesimin ortak/özgün çıkarlarını savunduğu iddiasıyla bir gelecek projesini de bağrında taşıyor. Bu bağlamda milliyetçilik ile etnisite ilişkisi önem kazanıyor. Milliyetçiliğin inşa niteliği, etnik bilincin mevcut siyasal coğrafya da dikkate alınarak, bir millet tahayyülü olarak yeniden üretilmesinde somutlaşır. Esasen etnisite ile millet arasındaki yakın bağ bu yeniden üretimle kurulur. Etnik kimlik, teşekkül sürecindeki mirası (biz bilincini, çatışmayı) milliyetçiliğe taşır. Bir başka deyişle; önce doğal ve sahici varlığı olan ama o ana kadar ayrık iddialarda bulunmamış herhangi bir X etnik kimliği güçlendirilir ve sonra bu etnisiteye dayanan milliyetçilik sayesinde bir ulus-devletin mayası tutturulmaya çalışılır.
Etnisiteden millete yürünen süreçte ilk sözü söyleyenler entelijansiyadır. Adam Smith bu işlevi şöyle özetler: “Edilgen haldeki cemaati, keşfedilen-üretilen yerli tarihî kültür etrafında bir millet oluşturacak şekilde seferber etmek. Devrimci dönüşüm için topluluğu etkin siyasete geçirmek; kendi (tarihî, kutsal, doğal) yurduna yerleştirmek; ekonomik entegrasyonu sağlamak; halkı bir meşruiyet kaynağı haline dönüştürürken millî değer, anı ve mitlerle kutsamak; sivil, sosyal, siyasî haklar vererek onları tebaalıktan yurttaşlığa yükseltmek.” Ona göre, etnik köken olmadan millet olma süreci yarım kalır. Milliyetçiliğin ‘biz ve öteki’ temelinde şekillenen ayrımı, millet aşamasında değil, daha baştan etnik bilincin keşfi sürecinde ortaya çıkar. Çünkü, her ‘biz’ bilinci, kendini diğerlerinden ayıran ve aynı zamanda dışlayan bir sınıra ve ‘öteki’nin varlığına ihtiyaç duyar.
 
Çözüm Modernitede Değil Medeniyette
Modernite, varoluşu sorun haline getirmenin sistemik yoludur. Kadim dönemde soluduğumuz hava kadar tabii ve hissedilmeyen bir durum olan fıtrî varoluşun çeşitlilikleri, bu çerçevede etnik soruna ve milliyetçilik krizine dönüşür. Marks, 1848’de kaleme aldığı Manifesto’da “durumu” şöyle açıklar: “Üretimin sürekli dönüştürülmesi, tüm toplumsal ilişkilerin durmaksızın sarsılması, dinmek bilmeyen belirsizlik ve kaynaşma... Bunlar burjuva çağını öteki tüm devirlerden ayırt ediyor. Tüm yerleşik donuk ilişkiler, arkalarında sürükledikleri saygıdeğer düşünce ve kanaatler silsilesiyle birlikte süpürülüp atılıyor. Yeni oluşan her şey daha kemikleşmeden miadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevîleşiyor.”
İnsanları en tabii haklarından mahrum eden ideolojik çılgınlığın çözümü, aynı modeli tam tersi formda yeniden kurgulamak olamaz. Küresel güç çekişmesinin Orta Doğu’yu arena seçtiği bir dönemde, efendilerin eğlencesi için birbirini paralayan gladyatörlerin durumuna düşmek istemeyen herkes, basirete ve medeniyet derinliğine dönmek, ‘ethne’ yerine ‘millet-i İbrahim’ ipine sarılmak zorunda. Özgür, adil ve müreffeh bir Türkiye hem bölgesinin cazibe merkezi; hem de ayrışmanın değil bütünleşmenin, nifakın değil birliğin mümessili olabilir.

Paylaş Tavsiye Et