ABD, İKİ asırdan beri dinî, etnik, sosyal, kültürel ve tarihî farklılıkları alıyor, öğütüyor ve sonunda ortaya “Amerikalı” çıkıyor. 290,8 milyon nüfus ile yüzden fazla farklı etnik unsur, kendisini tereddütsüz bir şekilde “Amerikalı” olarak tanımlıyor. Öteki Amerika’nın sessiz yürüyen siyahlarını göz ardı edersek; imparatorlukları parçalayan, ulus-devletleri iç çatışmalara sokan etnik milliyetçilik süreci, Amerika’da başka devletlerdeki gibi uzun ve çalkantılı yaşanmadı. Peki Amerika bu kadar çok sayıda farklı etnik unsuru bir arada tutmayı nasıl başardı? Her şeyden önce, kurulduğundan beri Amerika’ya hakim olan felsefe, özgürlükler ve demokrasi oldu. Bu iki temel değer, Amerikan toplumunun iskeletini oluşturan iki farklı aktörde çeşitli şekillerde neşvünema buldu. Üçüncü olarak Püriten ideolojiye dayalı Mesiyanik misyon inancı bu iskeletin adeta eti kemiği oldu.
Bu aktörlerden birincisi, Amerikan vatandaşlarıdır. Bireyselliği önceleyen Amerika’da vatandaşlar kendi kültürlerini yaşama, öznel kimliklerini ve millî değerlerini koruma hususunda oldukça geniş kapsamlı bir özgürlüğe sahiptirler. Bu özgürlük alanı ABD’de, bireylere yeni bir üst kimliği benimseme, kendini o kimlikle deklare etme konusunda yardımcı olmaktadır. ABD’de birey, “iyi bir Amerikalı” olmak için tarihî ve millî kimliğini unutmaz; aksine bunları Amerikalılık üst kimliği ile yoğurur. Böylece doğal olarak kendini Amerikalı hisseder. Yeni Amerikan değerleri her bireyde Amerikalılık bilincine dayalı bir üst kimlik olarak sorgulanmaksızın kabul edilir. Çünkü Amerikalılık üst kimliği, hangi milletten olursa olsun bireylerde üstün ve seçkin olma psikolojisini de uyandırır ve kişiye artı değer kazandırır. Neticede Amerikalılar aynı zamanda hem İtalyan, hem Amerikalı; hem Alman, hem Amerikalı; hem Ermeni, hem de Amerikalı olarak kalabilirler. Kısacası ABD’de insanlar kendilerini istedikleri gibi tanımlayarak ifade etmekte, mensubu oldukları, hissettikleri kültürü ve öznel değerleri yaşamak hususunda hür olmakla birlikte öncelikli olarak kendilerini Amerikalı olarak tanımlamaktadırlar. Devlet kavramı ile etnisite bağı bulunmamakta, ABD asıl gücünü de buradan almaktadır. Yani farklılıklar, entegrasyon ve bir tür asimilasyon politikaları yoluyla bir arada tutulmaktadır. Oysa ki durum diğer ulus-devletlerde ve federal devletlerde tam tersinedir. Mesela devletin egemen bir etnisiteye dayandığı Avrupa’da millî kimlik üst kimliğe oranla daha baskındır. ABD’de ise daha başından itibaren Amerikan üst kimlik inşası dünyadaki millî devletlerin tam tersine yerel bazda eğitim, kültür ve tarih yoluyla aşağıdan yukarıya, çevreden merkeze doğru gerçekleşti. ABD dışında ise ulus-devletlerde merkezden çevreye, yukarıdan aşağıya şeklinde dayatmalar neticesinde gerçekleşti.
İkinci aktör ise eyaletlerdir. Amerikan demokrasisinin temeli daha koloniler döneminde atıldı. Parlamenter sisteme sahip İngiltere, ABD kolonilerini kendi içinde serbest bırakıyor, böylece yumuşak güçle ülke geneline hakim olmaya çalışıyordu. Bu süreçte koloniler, özerk yönetimi öğrendiler. ABD bağımsızlığını kazanmadan çok önce kolonileri oluşturan çok değişik kültür ve dinsel inançtan insanlar bir arada yaşamayı öğrenmişti. ABD’de ilk zamanlarda kaotik düzen gereği, daha sonra İngiliz parlamenter sisteminden ilhamla eyaletlere kendi kendilerini yönetme yetkisi verildi. Bu sistemde halkların farklı düşünme, farklı uygulama ve farklı davranma özgürlüğü olmuştur. Günümüzde de Amerika’nın her bir eyaletinde yasalar farklılaşmaktadır. Eyaletlerin bu yapısının Osmanlı devletinin adem-i merkeziyetçiliği ile benzeştiğini söylemek yanlış olmaz.
Yukarıda bahsettiğimiz tarihî sebeplerden dolayı Amerikalılar “bireylerde özgürlük” ve “eyaletlerde demokrasi” gibi değerlerin Amerika’ya ait olduğuna ve onun tarafından temsil edildiğine inanırlar. Onun için bu değerlerin ve Amerikalı olmanın Mesiyanik bir tarafı vardır. Sıradan bir Amerikalı’nın gözünde “Amerikalı olmak”, seçkin ve Tanrı tarafından bir misyonla onurlandırılmış bir halka mensup olmak demektir. Bunun kurgusal örneklerini Amerikan filmlerinde, somut örneğini ise mevcut ABD Başkanı George W. Bush’un beyanatlarına yansıyan kişiliğinde görmek mümkündür. Seçkin olduğuna inanan bir millet, doğal olarak yabancıları küçümser. Bütün iyi değerlerin kendilerinde toplandığına inanır, kendilerinden başka halklara saygı duymaz; bilakis başkalarından nefret eder. Öyle ki, ABD içinde bile iki dünya savaşı arası dönemde artan göç dalgası sürecinde “yüzde yüz Amerikalılık” çağrısında bulunan, iyi örgütlenmiş bir “Ku Klux Klan” hareketi gelişmiştir. Yalnız ülkede doğmuş olan Protestanları üyeliğe kabul eden hareket, Afro-Amerikalılar kadar, Katoliklere, Yahudilere ve göçmenlere de karşı çıkmıştır. Bu hareket zamanla ortadan kalktı, fakat 1924 ve 1929 senelerinde ABD’ye göçü sınırlandıran yasaların çıkışında etkili oldu. Bu yasalar uyarınca, her yıl alınacak göçmen sayısı 150 bin kişiyle sınırlandı. Bu sınırlamaların bir sonucu olarak, yerli halkın üstünlüğü söylemine dayanan örgütler çekiciliğini kaybetti. Netice itibarıyla Amerika’nın seçkin dünya devleti misyonu ve rolüne dayanan püriten ideoloji, özelden genele yayıldı ve bütün ABD vatandaşları tarafından benimsenmiş oldu.
Öteki Amerika’nın Sessiz Yürüyüşü
Amerikan pragmatizminde aslî felsefesini bulan Amerikalılık şeklinde ifade edebileceğimiz “Amerikan emperyal milliyetçiliği”, ABD içinde ve dışında kendini gösterirken, paradoksal olarak öteki Amerika’nın sessiz yürüyüşüne engel olamadı. Irkçılık sorunu hâlâ ABD’nin gizli gündem maddesi olarak ilk sıradaki yerini korumaktadır. Siyah ve Hispanik (Latin kökenli) azınlık problemi, ABD için potansiyel risk alanlarından birini oluşturmaktadır. 1610’lu yıllardan itibaren ABD’ye köle olarak getirilen siyahlar, ne Kızılderililer gibi kendi topraklarında idiler, ne de Beyazlar gibi Avrupa’dan taşıdıkları kültürlerini yaşıyorlardı. Onlar, hem topraklarından kopartılmışlar, hem de kültürlerini yaşamaktan alıkonulmuşlardı. Dilleri, giyimleri, gelenekleri ve aile bağları parçalanmış, silinip yok olmuştu. Zenci ırkta kurumsallaşan kölelik müessesesi, Amerika’nın daha sonra sisteme entegre etmede en fazla zorlanacağı ve 1964 yılına kadar sırtında taşıyacağı bir etnik azınlık meselesi oldu. Köleliğin kurumsallaşması siyah ırka dayandığı için, ABD’nin bütün kurumlarında ve sosyal, kültürel, dinî yaşamda siyah ırkın var olduğu her yerde siyah-beyaz ayrımı hâlâ önemini korumaktadır.
Kuzey kolonileri, bağımsızlıktan sonra köleliği yasa dışı ilan etti. Ne var ki Güney eyaletleri, kölelikten yanaydı ve bu görüş ayrılıkları giderilemedi. Köleliğin ortadan kaldırılması için 19’uncu yüzyılda Kuzey Amerika eyaletleri ile Teksas, Arkansas, Georgia ve Florida gibi Güney eyaletleri arasında, neticesinde Kuzey’in kazandığı bir iç savaş yaşandı. Siyahların mücadelesi 1964 yılında kölelik resmen kaldırılıncaya kadar sürdü. 1964 yılı Sivil Haklar Anlaşması, ABD’de siyahlar için dönüm noktası oldu. Bu anlaşma, yürürlükteki bütün ırk ayrımlarını hukuken ortadan kaldırdı. Böylece siyahlar, daha önce kendilerine kapalı olan Amerikan kurumlarına girmeyi başardılar. Bugün on binlerce siyah, devlet kurumlarında istihdam ediliyor ve Pentagon’da önemli görevlere gelebiliyor. Fakat bu kazanımların siyasal yansımaları oldukça cılız kaldı. Bunun farkına varan ABD’deki siyahî derneklerinin ortaklaşa düzenledikleri yürüyüşe, 1995 yılında bir milyon kişi katıldı. Farrakhan ırkçılığa karşı somut projeler sunamadığı için, öteki Amerika’nın sessiz yürüyüşü hiçbir politik kazanım sağlamadı. Günümüz Amerikan sosyal yaşamında siyah-beyaz ırk ayrımı yapılmadığını söylemek oldukça güçtür. Kökleri asırlara dayalı kölelik kurumunun zihinlerden silinmesi için yine birkaç asır beklemek gerekecektir.
Bugün ABD nüfusunun %80’i beyaz, %13’ü siyah, %3’ü Asya Pasifikli ve %4’ü ise diğer çeşitli ırklardandır. Hispanikler, siyahlara göre daha muhafazakar ve kültürlerini yaşama ve dillerini konuşma konularında daha ısrarcıdır. ABD yönetimi, kültürel olarak dominant olan ve zamanla siyahlarla işbirliği yapma ve onları etkileme potansiyeli bulunan Hispanikleri kontrol altında tutmak için Meksika’dan göç hareketini kısıtladı.
Siyahlar ırkçılık esasına dayanmadan, gündelik hayatın ritmine uygun bir şekilde daha iyi örgütlenmiş azınlık hareketleriyle, zaman içerisinde iktisadî olarak zayıf bir döneminde ABD yönetiminin başını ağrıtabilir. Küreselleşme sürecinin rotasını aradığı bulanık zamanların ortasında öteki Amerikalıların öz kimlikleri dışarıdan beslenirse, baş ağrısının beyin travmasına dönüşmesi de bir senaryo olmanın ötesine geçebilir.
Paylaş
Tavsiye Et