TÜRKİYE’Yİ ziyaret eden bir Batılı’nın gözlemi çarpıcı: “Evlerin içinin bu kadar temiz sokakların ise bu kadar pis olduğu başka bir yer görmedim.” Türk toplumunda kamu alanına yönelik duyarsızlık tarihsel bir olgu da değil üstelik. Köylerde ortak hizmetlerin imece ile yapılması, Osmanlı şehirlerinde sokakların temizliğinin, hatta asayişinin mahalle sakinlerinin sorumluluğunda olması gibi örnekler ile nevzuhur bir ata(!) sözü olduğu aşikâr “devletin malı deniz, yemeyen …” arasındaki çelişki nereden kaynaklanıyor? Şüphesiz son 150 yıllık yabancılaşmadan.
Her şeyden önce kamusal kelimesinin ciddi bir dilbilgisi hatası olduğunu vurgulamak gerek. Nasıl ‘devletsel hizmet’ denmezse ‘kamusal alan’ da denmez. Doğrusu kamu alanıdır. Kamu, sıfat olarak ‘bütün’, isim olarak ‘halkın tamamı, herkes’ anlamını taşır. Dolayısıyla kamu yerine daha kolay anlaşılabilecek ‘herkes’ veya ‘bütün halk’ kavramlarının kullanılması kafa karışıklığının önlenmesi bakımından yerinde olur. Devlet kavramıyla kamu kavramının (bazı köşe yazarlarını “devletsiz kamu alanı yumurtasız omlet gibidir” dedirtecek kadar akıl çeldirici) ilgisi, devletin bir siyasal ve yönetsel örgüt olarak kamunun işleri ile hukukunu yürütmek ve gözetmekle sorumlu olmasından kaynaklanır. Zira bazı mallar ve hizmetler, özel üretime ve tüketime elverişli değildir. Örneğin dış güvenlik, bir ülkede yaşayan herkesin yararına olan bir hizmettir ve fiyatlandırılması da özel olarak sunulması da mümkün değildir. Ayrıca bir kişinin bu hizmetten faydalanması başkalarının faydalanmasına engel teşkil etmez. Bazı mallar ve hizmetler ise bütün halka kâr amacı güdülmeksizin en düşük maliyetle sunulması gereken ve bundan yine herkesin istifade edeceği niteliktedir. İşte bunlara kamu malları ve hizmetleri adı verilir. Dış ve iç güvenlik, adalet, temel sağlık ve eğitim, toplu taşıma, altyapı hizmetleri bunlara örnek verilebilir. Bu işlerin ortaklaşa yürütülebilmesi için bütün halkın en üst yönetsel örgütü olan devletin sorumluluk üstlenmesi doğaldır. Bu ise galat olarak, kamu hizmeti ve ekonomisi ile devlet hizmeti ve ekonomisi kavramlarının eşanlamlı olarak kullanılmasına yol açar. Devletin parası olmaz, devlet dediğimiz örgütün birimlerinin harcadığı para herkesten toplanan vergi, yani kamunun parasıdır (dikkat edin; kamusal para değil!).
Önlenemez ve Ani Siyaset Felsefesi Tartışma Arzusu Sendromu (ÖVASFTAS)
Son dönemde kamu görevi ifa eden devlet görevlilerine (bütün halkın ortak hizmetlerini görmekle görevlendirilmiş memurlara) ve yine kamu hizmeti niteliğinde kamuoyunu (bütün halkı) bilgilendirme işlevi gören basın mensuplarına musallat olan hastalığın tıbbî adı bu olsa gerek. Zira birden bire başta Habermas olmak üzere, Foucault, Virilio, Sennett, Arendt, Fraser, Berman, Delany, Gamson, Harvey, Sunstein, Warner gibi siyaset felsefecilerini bile hayrete düşürecek kadar zengin ve canlı bir tartışma ortamı doğdu. Tabii genellikle (Sakallı Celal’in ifadesiyle, “bu memlekette bilgililer ilgisiz, ilgililer bilgisiz” olduğundan olsa gerek) bilgilenmeden veya yanlış bilgiyle yapılan bu tartışmalarla bir arpa boyu yol almak mümkün olmadı.
ÖVASFTAS’ın temelinde yatan, aslında başka bir şeyi tartışmak isteyen ilgililerimizin, her zaman olduğu gibi asıl tartışma konusunu bırakıp dolaylı yolları seçmeleriydi. Dolayısıyla ne Avrupa burjuvazisinin modern bir toplumsallaşma kanalı açarak bireyi geleneksel yapılardan özgürleştirmesi vurgusunun, ne de ağ toplumu çağında özel alan ile kamu alanının giderek iç içe geçtiği gerçeğiyle hiç işleri olmazdı. Çeşitli girişimlere rağmen, halkın inançlarından, kültüründen, medeniyetinden tamamen arındırılması mümkün olmadığından, hiç olmazsa mümkün mertebe göz önünde durmaması sağlanmalıydı. Bu da halkın ‘vatandaş’ın huzuruna çıktığı kamu alanının mümkün mertebe steril hale getirilmesiyle mümkün olabilirdi. Böylece herkesin alanı, kendini herkesten üstün görenlerin iznine bağlandı. Bu şüphesiz, “Halk plajlara hücum etti, vatandaş denize giremiyor” cümlesinin, cumhurun, yani halkın yönetimi olan bir cumhuriyette haber olarak sarf edilebilmesi kadar acıklı bir durum.
Söyleyeninden bağımsızlaşıp artık anonimleşen bazı sözler vardır. “Biz bu memleketi Memolara-Hasolara mı teslim edeceğiz”, “Ne yapacaksınız yani kardeşim, yurtdışından seçmen ithal edemezsiniz ki”, “Komünizm gerekirse onu da biz getiririz” veya “Mektepler olmasa şu maarifi ne güzel idare ederdim” gibi ifadelerde kendini açığa vuran zihniyetin bütün halkın alanıyla ilgili düzenlemeleri, halkı, kendine ait olana yabancılaştırdı. Kamunun, yani bütün halkın bankaları soyulurken; kamunun yani bütün halkın kaynakları israf edilirken; kamunun, yani herkesin parası bazılarına peşkeş çekilirken bu yüzden kamu, yani halk ilgisiz ve duyarsız kaldı.
Kamusal Köyün Kavalcısı
Grimm kardeşlerin bir çocuk klasiği olan “Fareli Köyün Kavalcısı” masalının sonunda bütün çocuklar, kavalın büyüsüne kapılıp sürü psikolojisi ile adeta organik bir bütün gibi, bütün aidiyetlerinden soyunup sorgusuz-sualsiz bir meçhule doğru atılır. Türkiye’de kamu alanının düzenlenmesi ile bu masal arasında çarpıcı benzerlikler var. Resmi sıfatlarıyla kendilerini herkesten üstün ve herkese ait olanın sahibi gibi görme hastalığı ile malûl olanlar, herkesin alanında herkesin aynı olması gerektiği gibi bir saplantıya tutulmuş durumda.
Oligarşik-elitist zihniyet, son 150 yılda şekillendiyse de, mevzilerini müstahkem kılması ve ideolojik şekillenmesini olgunlaştırması 1930’lu yıllara dayanır. Bu dönem bütün dünyada, mantıksal pozitivizmin tek yol gösterici sayıldığı, Batı modernleşmesinin alabildiğine güçlü olduğu, 1929 Büyük Buhranı’nın da etkisiyle korporatist, hatta faşist yönetim modellerinin revaç bulduğu bir dönemdi. Bu anlayış ulus-devlet çatısı altında farklı kültürel kimlikleri ve aidiyetleri kabul etmediği gibi sınır ötesi ilgilere de şiddetle karşıydı. Pisliklerin halının altına süpürülmesi gibi, farklılıklar yok edilemiyorsa en azından görünmez kılınmalıydı. Herkese, bütün halka ait olan kamu alanı, yavaş yavaş devlete ve resmî ideolojinin savunucusu elite, yani vatandaşa ait bir alan haline geldi. Kamu alanında herkes tektip olmalı, aynı görünmeli, aynı şeylere inanmalı, aynı dili konuşmalıydı. Hele hele farklı olduğunu kendisi gibi olanlara ihsas ettirecek simgeler kullanmak zinhar yasaktı. Bıyık uzunluğu ve kalınlığı, saç modeli, giyim-kuşam hep gizli birer mesajdı.
İlkesel olarak farklılığın her türlüsüne karşı olan oligarşik zihniyetin isabetle tespit edebildiği üzere, bu ülkede yaygınlaşma eğilimi taşıyan kimlik ve aidiyet dışavurumlarının tamamı dinî niteliklidir. Bunlar zaman zaman arabesk ve naif de olsa (taşıt araçlarının camına dinî içerikli çıkartmalar yapıştırmak gibi) tehlikelidir ve yasaklanmalıdır. Bu dışavurumun nerede ve ne zaman baş göstereceği belli olmadığından her yer devlet alanı olabilmeli, kamusal köyün kavalcısı kavalını üflediği anda kamu aynılaşarak itaat etmeli; sadece okullar veya hastaneler değil, parklar bile resmî görüşün kabul ettiği çizginin ötesindeki görünürlüklere yasaklanabilmelidir.
Orhan Şaik Gökyay “Bu vatan kimin?” sorusuna veciz bir cevap vermişti. Acaba “kamusal alan, yani bütün halkın, herkesin alanı kimin?” sorusuna, “kamusal köyün kavalcısının”dan daha anlamlı bir cevap bulabilecek miyiz?
Paylaş
Tavsiye Et