KÜRESELLEŞMENİN tanımı, biraz da mizahî bir bakışla şöyle yapılır: “Bir İngiliz prenses, Mısırlı sevgilisiyle beraber, Belçika yapımı İskoç viskisi ile sarhoş olmuş bir Alman şoförün kullandığı; Hollanda yapımı motoru olan bir Alman arabasında; Japon motosikleti kullanan İtalyan paparazziler tarafından takip edilirken; Cezayirli, Faslı ve Senegalli işçilerin inşa ettikleri bir Fransız köprüsünün altında kaza geçiriyor. Kazadan sonra Amerikalı bir doktor, Brezilya yapımı ilaçlarla yaralıları tedavi ediyor.Ve bu mesaj, Amerikalı Bill Gates’in kurduğu Microsoft firmasının Tayvan’da ürettiği yazılım ile bütün dünyaya aktarılıyor.” Aynı metodolojiyi kullanarak bir başka açıdan bakarsanız, küreselleşmeyi şöyle tanımlamak da mümkün: “Merkezi ABD’de olan bir yatırım fonunun Hintli dealerı; Brezilya’da üretilen şeker üzerine yazılan opsiyon sözleşmelerini Melbourne’de satarak elde ettiği geliri, Frankfurt’ta İngiliz sterlini-euro spekülasyonunda değerlendirmek isterken zarar edince; marjlarını korumak için Tokyo Borsası’nda almış olduğu bir Güney Kore firmasının hisseleri ile Londra’da almış olduğu Rus Hazinesi’nin tahvillerini satar. Bunun sonucunda Arjantin borsası değer kaybettiği için, bir İtalyan bankası, satın almayı planladığı Türk bankası ile anlaşmaktan vazgeçer ve böylece İstanbul’da doların fiyatı artar. Sonuç olarak biz de fakirleşiriz.”
Bütün dünyanın ‘tek bir birim’ haline gelmesinin temelinde ekonomik yapı ve ilişkiler sisteminde son yarım yüzyılda yaşanan değişim vardır. Küreselleşme -en azından başlangıç olarak- ekonomik bir olgudur; başlatıcısı ve itici gücü finansal sermaye(finans kapital)dir. Sürecin temelinde ekonomik yapıda üretim ve mübadele ilişkilerinin belirleyiciliğinin, akıl almaz ölçüde üretim araçlarınınkinin üzerine çıkması yatar. 1950 ve 2001 arasında dünya ticaret hacmi 20 kat, imalat sanayii ihracatı 39 kat artarken, aynı dönemde dünya üretimi sadece 7 kat büyüdü. Finansal sermaye ise ticareti bile gölgede bırakarak piyasaları adeta birer kumarhaneye dönüştürdü. 1977 yılında ticaret hacminin döviz ticaretine oranı %28,5 iken; 2002’de bu oran %1,5’e düştü. 2002 yılında dünyadaki toplam uluslararası mal ve hizmet ticareti 16,3 trilyon, ekonomik üretim 31,5 trilyon; buna karşılık sadece döviz ve türev finansal ürün piyasalarındaki günlük ticaret 4 trilyon dolardı. Bir başka deyişle, üretilen bütün ekonomik değerin yarısı uluslararası ticarete konuydu ve finansal piyasalarda her 8 günde, dünyadaki toplam üretime eş değer varlık el değiştiriyordu.
Son 40 yılda sermaye hareketleri hem nitel, hem nicel olarak büyük bir değişim geçirdi. Yabancı sermaye yatırımları 1960’lı ve 70’li yıllarda ağırlıklı olarak devletler arası ve uluslararası resmi kuruluşlara olan borçlar ile banka kredilerinden oluşuyordu. 1990’ların başında ise toplam sermaye yatırımlarının neredeyse %75’i doğrudan yabancı sermaye ve portföy yatırımlarından oluşuyordu. 1960’larda gelişmekte olan ülkelere giden yabancı sermaye sadece 2,2 milyar dolar iken, Asya Krizi öncesi, 1997’de bu rakam 346,1 milyar dolara çıkmıştı. Aynı dönemde kısa vadeli spekülasyon peşinde koşan portföy yatırımlarındaki artış ise akıllara durgunluk verecek ölçüdeydi; 13 milyon dolardan 100 milyar dolara!...
Küreselleşme Ekonomik Gerekçelerle Dünyayı Standartlaştırmaktır
Küreselleşmenin unsurları; teknolojik, ekonomik ve finansal, siyasal ve hukukî, coğrafî ve sosyal, kültürel, ekolojik olarak sınıflandırılabilir. Baştaki; “küreselleşme ekonomik bir olgudur” yargısı bağlamında bu bileşenlerin ortaya çıkışları ve hem küreselleşme süreci üstündeki etkileri, hem de birbirleriyle etkileşimleri şu çerçevede açıklanabilir: Bilişim, iletişim ve ulaşım teknolojisindeki gelişme ekonomik ilişkileri mümkün kıldı; etkinleştirdi ve artırdı. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle dünyanın farklı yerlerindeki finansal piyasalar tek bir piyasa haline geldi. Diğer üretim faktörleri de sermayeyi izledi; küresel dönemin alamet-i farikası çokuluslu/uluslarüstü şirketler, dünyanın her yerinde emek ve sermaye kullanan küresel üretim süreçlerini yerleştirdi. Siyasal sistemler; malların, hizmetlerin ve başta sermaye olmak üzere üretim faktörlerinin sınırsız serbest dolaşımını mümkün kılacak bir ekonomik düzeni garanti altına almak amacıyla yeniden tasarlandı. Bu arada gereken ‘düzeltmeler’ -bazı durumlarda dayatmalarla da olsa- yapıldı. Bu çerçevede uluslararası hukuk ve ilişkiler de ‘uluslarüstü otorite’ haline getirildi; ulusal siyasetlerin alanı alabildiğine daraltıldı. (Burada, Türkiye’nin uluslararası kuruluşların kapısını her çalışında önüne koyulan yasal ve yapısal değişiklik talepleri hatırlanabilir.) Üretimin ve üreticinin, tüketimin ve tüketicinin, bireyin, devletin ve ulusun yeniden tanımlandığı ve anlamlandırıldığı bu süreç; artan iletişim ve ulaşım imkanlarıyla oluşan ‘sınırsız dünya’ fikrini pekiştirdi. Bu bağlamda insan hareketleri arttı. Ulus-devlet sisteminin, farklı sosyo-ekonomik unsurları tek bir ulus bünyesinde birleştiren dikey toplumsal yapıları zayıflarken, küresel ölçekte şekillenen sınıf bilinci, dünya çapında yatay bir toplumsal yapılanmayı ortaya çıkardı. Mümkün olduğunca geniş kitlelerin hem küresel üretim sürecine katılabilmesi, hem de “küresel ürünler”in tüketicisi olması için küresel olarak tanımlanan Batı (=merkez) kültürel değerlerinin egemenliğinde, tek boyutlu, homojen bir dünya kültürü oluşturuldu. Bu arada, sınır tanımayan ve ölçeği devasa boyutlara ulaşan sanayi ile taşımacılık sektörleri, ortak eylem planı gerektiren küresel ekolojik sorunları doğurdu.
Bütün yerküreyi tek bir ekonomik birim haline getirebilmek; pazar, ürün ve süreçlerin standartlaşmasını gerektirir. Üretim araçlarının, malların ve hizmetlerin serbest dolaşımını, uluslarüstü şirketlerin ihtiyaçlarını karşılayacak standartlarda üretim yapmasını, ürettikleri standart ürünleri satabilmesini ve yabancı yatırımların garanti altına alınmasını sağlayacak olan; siyasal, yasal ve sosyo-kültürel farklılıkların ortadan kalkması, dünyanın standartlaştırılmasıdır. İşte bu yüzden küreselleşme aslında standartlaşmadır.
Krizler ‘Finansal Köpekbalıkları’nın Kaçınılmaz Sonu mu?
Finans kapitalin dünya üzerinde serbestçe ve son derece hızlı dolaşma arzusu yapısal bir ihtiyacın sonucudur. Yüksek miktarda sermaye hareketlerinin denetimsiz biçimde hareket etmesi finansal sistemleri krizlere açık ve kırılgan bir hale getirir. Sermaye kaçışı bir kez başlayınca, rasyonellikten uzak, ölçüsüz bir panik baş gösterir. Temel göstergeler bozuk olmasa bile -birkaç istisna hariç en güçlü ekonomiler de dahil olmak üzere- gözü dönmüş bu finansal seylapın karşısında kimse duramaz. Örnek mi; dünyanın en büyük dokuzuncu ekonomisi konumunda bulunan ve uygulamaya koyduğu “Real Planı” ile 4 yıl içinde enflasyonu %2700’lerden %3’ler düzeyine indirmeyi başaran; daraltıcı politikalar ile birlikte yıllık %4’lük büyüme hızına ulaşan; gerçekleştirdiği başarılı özelleştirme programı ile gelişmekte olan ülkelere model gösterilen Brezilya… Üstelik yönetim, seçim dönemine girilmiş olmasına rağmen İMF’nin talimatlarından kıl payı bile ayrılmamıştı. Ocak 1999’da Brezilya’nın krize girmesinin nedeni, Ağustos 1998’de patlak veren Rusya krizi ve LTCM uluslararası yatırım fonunun iflas etmesiydi. Her iki olayda da zarar eden yatırımcılar paralarını kurtarabilmek için en kârlı yatırımlarını nakde çevirmek isteyince Brezilya finansal ürünlerine büyük bir satış dalgası geldi ve yatırımcıların, Keynes’in tabiriyle, hayvanî ruhu Brezilya’yı çökertti. Daha da trajik olan, ülkeleri perişan edip milyonları sefalete düşüren krizlerin en az bu ölçüde bir zararı da, davranışlarıyla bu krizlere sebep olan yatırımcılara vermesidir. İngiliz Merkez Bankası’nın birkaç gün içinde 50 milyar sterlin almasına rağmen sterlinin Avrupa Para Sistemi’nden çıkmak zorunda kalmasıyla sonuçlanan ERM Krizi (Eylül 1992), Meksika’da başlayıp bütün Latin Amerika’yı saran Tequila Krizi (Aralık 1994), yüzyılın en büyük krizi kabul edilen Asya Krizi (Mayıs 1997), Rusya Krizi (Ağustos 1998), Brezilya Krizi (Ocak 1999), Türkiye Krizi (Şubat 2001) ve Arjantin Krizi (Aralık 2001) on yıllık bir dönemin küresel ölçekte etki yaratan krizler açısından ne kadar ‘bereketli’ geçtiğini gösteriyor.
Köpekbalıklarında diğer balıkların aksine, yüzme kesesi ve solungaçlarında suyu dalgalandırarak oksijen taşınmasını sağlayan kapak bulunmaz. Bu nedenle batmamak ve nefes almak için sürekli yüzmek zorundadırlar. Durdukları anda soluk alamaz, dibe çöker ve boğularak ölürler. Finansal sermaye de aynen böyledir. Küçük kâr marjları için ufacık arbitrajların peşinde bir piyasadan diğerine, bir ülkeden bir başkasına, şu üründen o ürüne devamlı hareket etmek zorundadır. Çarklar bir an durursa dişliler birbirine geçer, sistem çöker. Düşük marj, yüksek hacim, hızlı ve ani hareket hem bir zorunluluk, hem de sistemi alabildiğine kırılgan hale getiren bir risktir. Küreselleşen sermayenin finansal köpekbalıkları, törpüyü yaladıkça dili kanayan, kendi kanının lezzetinden başı dönen ve törpüyü daha çok yalayarak sonunda kendi dilini tüketen kedi gibi, hırslarının esiri olmuştur.
Paylaş
Tavsiye Et