TARİH boyunca toplumsal yaşamı sorgulayan çok sayıda yazar ve düşünür yetiştiren, zengin bir entelektüel birikime sahip olan İran, diğer İslam ülkelerinden farklı mezhep anlayışıyla oldukça derin bir dönüşümün eşiğinde. 1500 yıllık İslam öncesi Zerdüşt geleneğinin İslam potasında eritildiği bu ülkede, kendi medeniyetinin nev’i şahsına münhasır felsefî, dinî ve ahlakî sistemi, oldukça karmaşık dünya görüşü ve anlayışı, aşkın İslam felsefesinde yoğrularak farklı bir düşünce hayatı inşa edildi. Bu düşünce hayatının aslî aktörleri olarak değişimi temsil eden reformcular ile statükoyu temsil eden muhafazakârlar arasındaki derin mücadele, bir taraftan İran modernizminin tecrübesini şekillendirirken, diğer taraftan sosyal dönüşüme ve siyasal değişime yön verdi. Reformcu lider Muhammed Hatemi’nin, geniş kitlelerin değişim taleplerine ve uluslararası küresel sistemin gereklerine göre siyasal sistemin bütün unsurlarını ve devleti yeniden yapılandırırken muhafazakârların sert muhalefetiyle yüzleşmesi ve problemlerin derinleşerek çıkmaza girmesi veya modernitenin araçlarıyla çözüme kavuşması, bazı oryantalistler tarafından ‘devrimin tükenişi’ olarak algılanırken, diğer bazı analistler tarafından ‘devrimin kurumsallaşması’ olarak nitelendirildi.
Haşimi Rafsancani’nin ekonomik reformları Şah döneminin kendisini dışlanmış, alçalmış hisseden geniş kesimlerin taleplerine çözüm üretemedi. Her geçen gün şehirleşen internet, cep telefonu, uydu anteni gibi modernitenin yeni aygıtlarıyla tanışan çoğu kadınlardan oluşan devrimin genç kuşağının siyasal taleplerine Hatemi sivil toplum, hukuk devleti, özgür medya ve kültürel otantiklik söylemiyle karşılık verince muhafazakârlar tarafından geliştirilen “devrimin ilkelerinden sapılıyor” şeklindeki söylem ülke çapında ön plana çıkartıldı. Dinî bir devrimden sonra Batı demokrasisine ait kavram ve kurumların inşa edilmesi aşamasında bu projelerin gerçekleşmesi, muhafazakârların dillendirdiği gibi dinin toplumsal norm olma özelliğini kısmen ilga etmekte olsa da bu yolla dinî pratiğin bireyselleşmesi aslında yeni bir dinî toplumsal norm haline gelmekteydi. Modernitenin araçlarının doğurduğu ikircikli yapı ve uluslararası toplumun İran üzerindeki baskısı, ithal olmayan yerli yarı seküler bir modelin tecrübe edilmesine yol açtığı kadar devrimle birlikte dünyaya gelen büyük bir kuşağı da derin bir kimlik bunalımıyla karşı karşıya bıraktı. Meselenin tek başına muhafazakâr veya reformist grupları çoktan aşması, bütün Şii-İran entelektüellerini konu üzerinde düşünmeye itiyordu.
1997’de ‘Sivil Toplum ve Anayasa’ söylemiyle iktidara gelen Hatemi, kuruluşunu anayasadan almayan kurumları anayasa çerçevesinde kaldırmak ve politik mülahazalardan uzaklaştırmak istemiş, ancak yargı sisteminin denetimi kendisine bağlı olan Velayet-i Fakih engelini aşamamıştı. Buna karşın muhafazakârlar, devletin bütün davranışlarında ideolojik davranmasını, dinin toplumun her kesimini kapsayan ortak bir norm olmasını planlıyor ve devletçi ekonomik sisteme dayalı baskın milliyetçiliği ön plana çıkaran bir sistemden yana tavır koyarak reformistlere karşı bu konularda katı, inatçı, uzlaşmaz görüşler sergiliyorlardı. Yine Hatemi’nin başta medya olmak üzere kamusal alana ilişkin vaatleri, üniversite öğrencileri ve kadınlar tarafından desteklenmesine rağmen, muhafazakârların ve imamların ‘derin muhalefeti’ karşısında sonuçsuz kalıyordu. Nihayetinde din üstüne söylem, sanki kimliğin artık bir aşkınlık içinde yer alması gerekmiyormuş gibi, yerini kültür üzerine düşünmeye bıraktı. Kadınların kamusal alanda daha fazla var olma talebi, içeride ve yurt dışındaki üniversite öğrencilerinin siyasal istekleri ve çeşitli kesimlerin özgür medya beklentileri, çoğu zaman dinî boyutun ötesinde kültürel ve siyasal tartışmaların bir parçası olarak görülmeye başlandı. Aslında yaşanan, İran öznel tarihinin tekerrüründen başka bir şey değildi: İslam’ı seçtiğinden bu yana İran’ın kültürel ve politik deviniminde ‘din’ en güçlü etken olmasına rağmen, onun evrensel yönü, içtimaî ve ferdî kimliğin oluşmasında yeterli olamamış ve baskın İran milliyetçiliği, İslam ve İslam öncesi gelenek arasında bir ikilik doğurarak Şiiliğin yayılmasına zemin hazırlamıştı. Şimdi muhafazakârlar ile reformistler arasında gerginlik doğuran problem alanları, referans noktasını İslam’dan alan bir devrimin siyasal ve kültürel sahayı inşası sürecinde modernitenin dayatmalarına karşı daha az dinî ve yarı seküler bir yapıda kendisine çözüm arıyor. Merkezî devletin ideolojisini temsil eden camiler, vakıflar ve bütün bir dinî-siyasî kurumlar silsilesi, İran’da sivil toplumun yegane temsilcisi olarak faaliyet gösteren basın karşısında her türlü yasağa rağmen sürekli ivme kaybetti ve erozyona uğradı. Merkezî devletin otoritesinin zayıfladığı oranda, bir güç merkezi olarak ortaya çıkan yeni gruplar içeriden ve dile getirilen talepler dışarıdan taltif gördükçe, devlete karşı bir “karşı kültür merkezi” ve reform hareketinin meşru ve aslî aktörlerine dönüştüler. Muhafazakârlardan reformistlere doğru de jure sistem içi güç kaymasının doğrudan sonucu olarak, devletin işleyişinde ve dış politikasında ve devrimden bu yana inşa edilen siyasal ve toplumsal kültürde İran’ın Şii ve milliyetçi geleneğine uygun de facto dönüşümler yaşandı.
Böylece dış realitelere göre iç değişim ülkenin kültürel ve siyasal kodlarını reformcuların ve geniş halk kesiminin özlemleri doğrultusunda fakat devrimin başlangıç aşamasında öngörülmeyen bir tarzda şekillendirirken, dış politikaya yansıyan dönüşüm süreci daha keskin çizgilerle kendisini hissettirdi. Devrimle birlikte İran dış politikasının oluşumunda İslamî ideolojik unsurlar oldukça belirleyici rol oynamıştı. Şah rejiminin ve sekülerleşmenin koruyucusu, kendi iktidarlarının ve uluslararası pozisyonlarının baltalayıcısı olarak gördükleri ABD’ye ve İsrail Devleti’ne karşı inşa edilen anti-Amerikanizm, anti-siyonizm söylemleri ve “devrimin ihracı” ilkesi, reformist Hatemi ile terk edilerek yerine “Medeniyetlerarası Diyalog” söylemi dış politikada ön plana çıkartıldı. Muhafazakârlara karşı bölgesel ve uluslararası platformda daha az çatışmacı, dış dünyaya kapıları açık bir politikadan yana olduklarını her fırsatta ortaya koyan reformistler, İslam’la Batı arasında kültürel uyuşmazlıkları ön plana çıkaran Batı karşıtlığına dayalı politikayı da bu yolla aşmaya çalıştılar. Hatemi döneminde İslam ahlak anlayışına zıt bir kültürün ana propagandacısı olarak görülen ABD ile ilişkilerin normalleştirilmesi girişimi, İran’ın uluslararası toplumla barışması, kültür ve medeniyet düzleminde Batı kültürü ile “çatışma”nın yerini “uzlaşma”nın alması demek oluyordu.
Görüldüğü gibi gerek iç, gerek dış dinamiklerin etkisiyle, muhafazakârların derin muhalefetine ve devlet kurumlarına hakim olmalarına rağmen, modernite ile karşı karşıya kalan İran büyük bir dönüşüm yaşıyor. Buna karşın, iktidarda Hatemi ve Reformistler olmasına ve dinî referanstan ziyade Batılı paradigmalara sık sık başvurulmasına rağmen, dönüşümün dozajını muhafazakâr kanat ve din adamları belirliyor. Böylece hem halkın ve uluslararası toplumun devlet üzerindeki demokratikleşme baskısı reformistlerin söylemiyle aşağı çekiliyor, hem de devrimin ana ilkelerine sadakat sürdürülmüş oluyor.
Paylaş
Tavsiye Et