İRAN’DA 1997 yılında reformcu kanattan Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanı seçilmesiyle oluşan yeni hava sokağa yansımış; kadın ve gençlerin giyiminde gözle görülür değişiklikler yaşanmaya başlamıştı. Bu durum bazıları tarafından yozlaşma olarak değerlendirilirken, reformistlere göre özgürlüğün belirtisiydi.
Bugün, Devrim’in üzerinden neredeyse bir kuşaklık zaman geçtikten sonra, merak edilen bazı sorular var. Acaba sokaktaki insan ve özellikle Devrim sonrası dünyaya gelmiş gençler neler düşünüyor? Bu insanların devrime ve rejime bakışları nasıl? Geleceğe dair neler planlıyorlar? Devrim öncesine kıyasla yeni rejimi başarılı buluyorlar mı? Başta Devrim’in düşmanı ABD olmak üzere, dış dünyayla ilgili neler düşünüyorlar? İslam Cumhuriyeti, istediği nesli inşa etmekte başarılı olabildi mi?
İran’da sokaktaki gençlerle biraz konuşan herkes, insanların İslamî rejime pek sıcak bakmadıklarını anlamakta zorluk çekmeyecektir. Bu yalnızca gençler için değil, orta yaşlı ve yaşlı insanlar için de geçerli. Hemen herkes ülkenin doğru yönetilmediğinden, Şah döneminde İran’ın durumunun çok daha iyi olduğundan ve mollaların yalnızca kendilerini düşündüklerinden bahseder. Bunun yanı sıra özellikle Tahran gibi büyük şehirlerde, İslamî değer ve meselelere karşı bir ilgisizlik ve umursamazlık gözleniyor. İlkokuldan itibaren İslamî eğitim verilmeye çalışılan ve her ders kitabında ayetler ve hadislerin öğretildiği normal müfredatın yanı sıra birçok ek İslamî ders alan gençler, inatla hiçbir şey öğrenmemeye kararlı görünüyor. TV’de yayınlanan bazı yarışma programlarında, bilgili sayılabilecek genç yarışmacılar dahi kimi zaman çok basit dinî sorulara cevap veremiyor. Birçok gençte, devlete ve kurumlara karşı büyük bir güvensizlik hakim; biraz imkanı olan herkes devlet kanalları yerine uydu ve internet yayınlarını izlemeyi tercih ediyor. Bazı gençler tepki için haç takıp, haç işaretli tişörtler giyerken; birçok taksinin dikiz aynasından küçük haçlar sarkıyor. Bunlara ilaveten, Tahran sokaklarında duvarlarda sprey boyalarla yazılmış satanist sloganlara rastlamak da şaşırtıcı bir şey değil.
Peki bu duruma yol açan etkenler neler? 25 yıl önce Devrim yapan halk ve onların çocukları, bugün neden böyle düşünüyor ve davranıyor?
Bilindiği gibi, Devrim’in temel nedenlerinden biri ekonomik olumsuzluklar ve gelir dağılımındaki eşitsizlikti. Şah döneminde petrol satışından elde edilen büyük gelirler, Şah’a ve etrafındaki bir avuç aristokrat azınlığa akıyordu. Ülkedeki bu küçük azınlık büyük bir israf içinde yaşıyor; örneğin İran Şahlığı’nın 2500’üncü yılı törenleri için yüz milyonlarca dolar harcanıyordu. Geniş halk kitlelerinin yönetime tepkisi günden güne şiddetleniyor; muhalif hareketlere toplumsal destek artıyordu. Şah rejimi yıkıldığı takdirde kurulacak adil düzende, bütün vatandaşların büyük bir refah seviyesine sahip olacağı ve devletin birçok hizmeti ücretsiz vereceği vadediliyordu. Oysa Devrim’den sonra yaşanan iç çatışmalar, savaş, beyin göçü, nüfus patlaması ve ekonomik ambargo gibi nedenlerle, İran ekonomisi Şah döneminden çok daha kötü hale geldi ve bu durum halkta aldanmışlık hissi uyandırdı.
Diğer yandan Devrim’in temel sloganlarından birisi olan ve 1979 öncesinde sık sık atıfta bulunulan “özgürlük”lerin, yaşanan gelişmeler nedeniyle ciddi biçimde kısıtlanması ve her çeşit muhalefetin sert şekilde bastırılması, halkı yeni yönetimden soğutan etkenlerden birisi olarak değerlendirilebilir. Basına getirilen kısıtlamalar, kadın-erkek ilişkileri ve kadınların giyim kuşamı konularındaki baskıcı tavır, gençlerin en çok tepki gösterdiği konuların başında geliyor. Din adamlarının kilit görevlere getirilmesi, bürokraside uzmanlık yerine dindarlık ve ideolojik bağlılığın ölçü haline gelmesi ve neticede idarî ve bürokratik yapıda ciddi aksaklıkların yaşanması da bunlara eklenebilir. Yine bu durum halk ve yöneticiler arasında iki yüzlülüğü artırdı; insanlar göreve gelmek için riyakârlık yapmaya mecbur bırakıldı. Cumhurbaşkanlığı, Yargı Başkanlığı ve Meclis Başkanlığı gibi önemli makamlara seçilebilmek için din adamı olmanın teamül haline gelmesi de, rejimin teokratik olduğu suçlamalarına neden oluyor.
Dinî vakıf ve kurumlara ayrılan büyük bütçe ve kaynaklar, ki bu vakıfların en büyüğü olan Astani Kodsi Rezevi, devlete on milyonlarca dolar borç verebilecek kadar büyük imkanlara sahiptir, bu kurumlardan bazılarının başkanlarının ve yakın akrabalarının adlarının çeşitli yolsuzluklara karışması (Refikdust ya da Ayetullah Tabesi’nin oğulları gibi) halk arasında büyük tepki doğurdu. Yine şehit ailelerine yapılan yardımlar ve savaşta yer almışlara üniversite sınavlarında ek puan verilmesi bazılarınca ayrımcılık olarak değerlendiriliyor.
Ayrıca dinin tek bir yorumunun mutlaklaştırılması ve eleştirilemez hale getirilmesi, toplumda sıkıntı doğuran faktörler arasında zikredilebilir. Suruş ve Agaceri gibi Müslüman aydınlar dahi sözlerinden dolayı yargılanıp mahkum edilebiliyor. Bu, ister istemez fikrî ataleti beraberinde getirirken, birçok bilim adamı görüşlerini açıkça ifade etmeye çekiniyor. Bugünün İranı’nda Mutahhari ve Beheşti gibilerinin Devrim öncesinde vadettikleri düşünce özgürlüğünden bahsetmek oldukça güç.
Halkın, Devrim’in başında sahip çıktığı İslamî sloganlardan soğumasının bir diğer nedeni, yönetim kadrolarının hazırlıksız ve yetersiz olması. Mutahhari, Beheşti ve Talegani gibi açık görüşlü ve modern dünyayı tanıyan ulemanın aksine Kum’daki Ayetullahların ve mollaların birçoğunun, toplumun ve günün meseleleri hakkında fazla bilgisi bulunmuyor. Pek çok ileri görüşlü şahsiyetin savaşta ve suikastlarda ölmesinin ardından, yerlerine Devrim öncesinin fikrî ve siyasî yükünü çekmemiş, tabiri caizse mirasyedi bir kesim geçti. Toplum mühendisliğine soyunan bu grup, tartışma ve ikna yerine yasak ve baskı metodunu seçti ve bugün de bu yöntemi sürdürmeye çalışıyor. Bu baskılara son örnek Hemedan şehrinde yaptığı bir konuşmasındaki son derece sıradan sözleri nedeniyle iki kez ölüme mahkum edilen devrimci bir geçmişe sahip ve aynı zamanda savaş gazisi olan Terbiyet-i Müderris Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim görevlilerinden Dr. Agaceri’dir.
Halkın yönetimden uzaklaşması hususundaki diğer önemli etkenlerden birinin, başta ABD olmak üzere yabancı ülkelerin yaptığı radyo-TV yayınları olduğu da ileri sürülüyor. Ülke içindeki basın yayın organlarına ciddi bir sansür uygulandığı için, halk yabancı kitle iletişim araçlarına daha fazla ilgi gösteriyor ve bu basın yayın kuruluşlarının hemen her sözünü doğru kabul ediyor. Özellikle ABD’den İran’a yönelik yapılan uydu yayınlarında son zamanlarda büyük artış yaşandı. Bunlardan bazıları doğrudan Washington yönetimi tarafından finanse edilirken, bazıları da ABD’de yaşayan muhaliflere ait TV istasyonlarıdır.
Bugün sıradan bir İranlı için, ABD ve Avrupa son derece imrenilecek bir yerdir; öyle ki bir Türkiyeli’nin herhangi bir nedenle İran’a gitmesine dahi hayret ediliyor. Örneğin, İran’da okumak isteyen yabancı öğrencilerden birisi kayıt için Tahran Üniversitesi Öğrenci İşleri Memurluğu’na başvurduğunda, görevli kadın şaşırdığını saklamayarak: “Okuyacak başka bir ülke bulamadın mı?” diye sorar.
Devrim Düşüncesi ve “Sekülerleşme” Arasında Yaşanan Kriz
Kuşkusuz, buraya kadar çizilen tablo madalyonun bir yüzü olup İran gerçeğini tam olarak yansıtmaktan uzak. İran’da Devrim’in başından bugüne kadar varlığını sürdüren ciddi bir İslamcı nüfus bulunuyor. İslamî geleneği sıkı sıkıya sahiplenen bu kesim, gerek Devrim’in başarıya ulaşmasında, gerekse 1979’dan bu yana geçen dönemde önemli rol oynadı. Nicelik açısından, Devrim’e mesafeli duran kesimden çok daha az olan bu grup, nitelik ve etkinlik açısından önemli bir güce sahip ve 25 yıl boyunca askerî ve sivil bürokrasinin kilit noktalarını ellerinde bulundurageldi. Ordu, Devrim Muhafızları, İstihbarat ve Yargı gibi hassas kurumlarda tartışılmaz bir güce sahip olan bu kişiler üniversiteler, basın ve esnaf kesimleri arasında da küçümsenmeyecek bir ağırlığa sahipler ve reformistlerin özgürlük ve gelişme olarak gördükleri birçok meselenin aslında yozlaşma olduğunu savunuyorlar. İran’daki üniversitelerden birinde Halepçe Katliamı konulu bir sempozyuma konuşmacı olarak katılan Devrim Muhafızları komutanlarından birinin şu sözleri bu kesimin hassasiyeti konusunda bir fikir verebilir: “Biz Irak’la en ağır şartlar altında savaştık; silah üstünlüğü düşmandan yanaydı, bölgede 50 derece sıcaklık vardı ve her gün arkadaşlarımızın birkaçı gözlerimizin önünde şehit oluyordu. Bu şartlar altında bize ‘siz küçük cihattasınız’ dediklerinde ‘bundan büyük cihat ne olabilir ki?’ diye düşünürdük. Sonra savaş bitti ve şehirlere döndük; işte sokak ve caddelerin halini görüyorsunuz: Çocuklar moral bozukluğundan dışarı çıkamıyorlar, her defasında kavga etmemek için kendilerini zor tutuyorlar. ‘Biz bunun için mi 8 yıl savaştık, bu kadar şehit verdik?’ diyorlar; işte şimdi büyük cihadın ne olduğunu anladık.”
Bu hassasiyetten haberdar olan yönetim ise bu kesimi küstürmemek ve karşısına almamak için oldukça ihtiyatlı davranıyor. Zira birkaç yıl önce yaşanan zincirleme cinayetlerin İstihbarat Bakanlığı’ndaki üst düzey bir grup tarafından gerçekleştirilmesi, cinayetlerin fetvasının Anayasa Konseyi’ndeki fakihlerden birisi tarafından verilmesi ya da Hatemi’nin korumalarından bir Devrim Muhafızı’nın Kum’daki müçtehitlerden birisinden: “Acaba Cumhurbaşkanı İslam’a karşı hareket ederse, öldürülmesi caiz midir?” diye fetva istemesi üzerine derhal görevden alınması, konunun ne denli hassas olduğunu gösteriyor. Bu grup için en üsttekiler dahil olmak üzere, yetkililerin ne dediğinin fazla bir önemi yok; ana prensipleri de Humeyni’nin vasiyeti ve özellikle şu sözleri: “Müslüman gençlere sesleniyorum. İslam’a aykırı bir iş yapıldığını gördüğünüzde, önce yetkilileri uyarın; önlem almadıklarını gördüğünüzde, kendiniz harekete geçin. İslam Cumhuriyeti diye eliniz kolunuz bağlı oturmayın!”
Son söz olarak, genel itibarıyla Hatemi sonrasında İran toplumunun günden güne bireyselleştiği ve sekülerleştiği, dolayısıyla yönetimden olan taleplerin gelecekte bu yönde yoğunlaşacağı söylenebilir. Kesin olan şey, bugün İran’da klasik ideolojilerin, yerini refah talebine bırakmış olduğudur. Tıpkı pek çok ülkede olduğu gibi…
Paylaş
Tavsiye Et