Babam Evi Mektebe Çevirmişti
Babam pek çok tefsir getirmişti. Aile fertlerinin dinlemesi için yüksek sesle okurdu. Daimi surette tek bir kitaba bağlı kalmaz, değişik dini kitaplar okur, manasını bize aktarırdı. Sure-i Bakara, Ali İmran veya Rahman Suresi… Ne demek istiyor bu surelerde, hepsini izah ederdi. Yabancısı değilim bu bakımdan. Merakım vardı ve 10-11 yaşlarında Cuma günleri çok iç ezan okudum. Ama bir Kur’an kursuna girme imkanına sahip olmadım. Evimiz daima böyleydi çünkü. Mesela annem Kuran-ı Kerim okumasına rağmen delay-ı hayratı hiçbir zaman ihmal etmezdi. Halam İffet Çakmur, çok zeki bir kadındı. Ahmediyye ve Muhammediyye’yi ezbere bilirdi. Her sene gelir bizde on, on beş gün kalırdı. Bizi aydınlatırdı. Çok enteresan bir kadındı. Çok iyi evlatlar, öğrenciler yetiştirmiştir ve hepsi hayatta çok başarılı olmuşlardır.
Hatta bir Bekir Kaleli vardı, bizim aile doktorumuz Hayri Kaleli’nin ağabeyi; Gaziantep milletvekili idi. Çok eski tarih tabii. Gaziantep’in meselelerini öğrenmek için geldiği günlerde, bir günlüğüne dahi gelse İffet Halam’ın sohbetini dinlemek için Kilis’e bir saatliğine mutlaka uğrardı. Gelir önüne oturur, elini öperdi. “Yalnız sizi dinlemek için geldim, sadece siz konuşun” derdi. Biz aile olarak hakikaten unutulmayan bir çocukluk ve gençlik devresi yaşadık. O bakımdan Cenab-ı Hakk’a ne kadar şükretsem azdır. Kaynağımı ailemden aldım diyebilirim. Sonra Konya devremiz başladı. Bir yıl orada yatılı okudum.
İlkokula Çakşırımla Giderdim
Okula gitmeden okuyup yazmayı öğrenmiştim.Lütfiye Hoca, Özgen Hoca vardı; bunlar aile yakınlarımızdı, evimizden hiç çıkmazlardı. Bu hocalar benimle meşgul oldular. Özgen Hoca’nın teşvikiyle ben altı yaşında başladım ilkokula. Hatta bir kaza olursa orada halledelim diye çakşırımı da taşırlardı. Lütfiye Hoca Hanım, Ahmet Taner ve Mehmet Kışlalı’nın anneleri. O devreleri böyle geçirdik.
Kilis’te kışlık, kıble tarafına bakan odalardır. Evler o şekilde nizamlanmıştır. Kıble oda kışlıktır, çünkü hep güneş alır. Poyraz oda, yazın hiç güneş almaz, güneş arkada kalır. O da yazlıktır. Daha önce belirttiğim gibi üzüm mevsiminde bağa çıkılır. Çocukluğumun bir özelliğini daha anlatmak istiyorum. Şu ceviz sucukları, fıstık sucukları, badem sucuklarını bilirsiniz. Bu sucuklar için hazırlanan üzüm getirilir. Sallara konur ve üç hafız gelir. Bu üç hafız âmâdır. Hatta biz çocukken hafızın ne manaya geldiğini bilmezdik. Hafız deyince aklımıza âmâ gelirdi.
Bu üç hafız, hem ilahiler, hem şarkı, hem de Kur’an okurlar. Şırada da payları olur. Nasıl olur? Bu tabii okuyanlar tarafından enteresan görülecektir. Onun için anlatıyorum. Sal tabir ettiğimiz şeye üzümler yığılırdı. Ve Valide Hanım çok titizdi. Onun için bu hafızların ayakları taşlanır, temizlenir, üç dört defa sabunlanırdı. İsimlerini hiç unutmadığım bu üç hafız; Hafız Bekir, Hafız Mustafa ve Hafız İbrahim üzümleri çiğnerlerdi. Onlar bir taraftan bu işi yaparken bir taraftan da Kur’an okurlardı. Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi diye bir roman vardı eskiden. Hafız Bekir, noktasına virgülüne kadar ezberlemişti bu romanı. Bir de onu anlatırdı mesela.
Şıra yapımı bir gece âlemi içinde seyrederdi. Yine avlunun ortasında kerpiçten bir ocak vardı, genişçe bir ocak. Bu ocağın içine üzüm suları dökülür, nişasta ilave edilirdi. İyice helvelendikten sonra ve biraz soğuduktan sonra özel iplere dizilmiş olan ceviz içleri, badem, fıstık arka arkaya batırılarak asılır, kurumaya terk edilirdi. Kardeşim Nezihe ile beraber biz gizli gizli gider, daha henüz kurumadan çengellerin görünmeyen taraflarından birer tane koparırdık. Büyükler gider bakarlar, yine fare girmiş içeri filan diye konuşurlardı. Yakalanınca biraz döverlerdi.
Bu hafızlar enteresandır; dilenmez, hıfza çalışırlardı. Bir kısmı da zembil örerdi. Âmâların çarşısı vardı, turistlerin alakasını çekmişti. Hepsi hafızdılar, ama zembil örerler, alın teri ile hayatlarını kazanırlardı. Avuç açmazlardı. Şimdi bunlar tarihe karışmış. O zaman trahom vardı o bölgede. Nasıl veremle mücadele yapıldıysa bu ülkede, trahomla mücadeleyi de çok başarılı yapmışlardı bizim memlekette. Şu anda bir tek trahom vakası bulamazsınız. Kalkınma ve görgü birlikte gelişiyor. Bir de Ramazan günleri çok başkaydı Kilis’te. Hâlâ Perşembeyi Cumaya bağlayan gecede sâlâ verilir. Cuma günü öğlen, keza sâlâ verilir. Ramazanda temcid okunur, sâlâ verilir. Kilis’te bu adap ve erkan hâlâ devam ediyor. Şimdi çok başka güzellikler var orada.
Musikiye İlk Adım
Musikiye ilk adım atışımı anlatmak istiyorum. Kilis’te Zihni Çelik Alp diye bir zat vardı; biyoloji hocasıydı. Fransızca hocası gelmezse Fransızca dersine, matematik hocası gelmezse matematik, tarih hocası gelmezse tarih dersine gelirdi. Engin bir müzik bilgisi vardı. Batı müziğini çok iyi bilmesinin yanında takdir edilecek derecede Türk musikisiyle irtibatı vardı.
Babamı çok severdi. Hatta, ismini vermeyeceğim, bir talebesine aşık olmuştu. Kendisi kısa boylu, sevdiği kız ise uzun boyluydu. Kilis hukuk hâkiminin kızıydı. Hukuk hâkimi babamın çok iyi bir dostu, arkadaşıydı. Aile durumu sezmiş, Zihni Bey’i münasip görmemişlerdi. Babası yaşındaydı hemen hemen. Kız istiyor, Zihni Bey istiyor ama arzusunu dile getiremiyordu, çekingendi. Ve babam araya girip bu işi halletti. Babamla onun yakınlığını pekiştirdi bu hadise. Babamı babası gibi seviyordu. Yine bize geldiği bir günde babama “Hacı Bey yeni bir plağın var mı?” diye sordu. Babam da “Münir Nureddin’in bir plağını getirttim” dedi. O zamanlar alma yok, getirtme vardı. Bir tarafı Şevki Bey’in “Gülizar’a nazar kıldım”, öbür tarafı III. Selim’in Suzi Dilara’ya yönelik semaisi.
“Bunu çal bakalım dinleyelim” dedi. Dinledikten sonra ‘Güzel icra edilmiş’ diye ekledi. Babam, “İstersen Alâeddin bunlardan bir tanesini okusun” dedi. Ben de iki defa dinlemişim. ‘III. Selim’inkini oku’ dedi babam. Suzi Dilara’yı okudum. Zihni Bey hiçbir şey söylemedi. Ne takdir etti, ne de tenkitte bulundu. Tenkit yıkıcı değil, tahlildir. Biz de tenkit denilince kötüleme anlaşılıyor. Sohbetten sonra “Allahaısmarladık” dedi ve çıktı gitti.
Ertesi gün kapı çalındı. Zihni Bey, koltuğunda iki tane keman, büyük bir peter ve metodla içeri girdi. “Haydi, bugün musikiye başlıyoruz, bu keman da senin” dedi. Hâlâ duruyor o çocuk kemanım. Biz Batı müziğine metodla, kemanla başladık; öyle gelişi güzel değil. Sekiz, dokuz yaşlarındaydım o sıralar, ilkokula gidiyordum. Kemanı tutma, parmakların şekli derken biz ufaktan ufaktan gelişmeye başladık. O sırada halkevlerinde çeşitli sanat dallarının çalışmaları yapılırdı. Buna tiyatro, müzik gibi çeşitli sanat dalları da dahildi. Kiliseden çevrilme Cumhuriyet İlkokulu’nun Hilal Salonu’nda toplu çalışma yapılırdı. Zihni Bey bu toplu çalışmalara iştirak edebileceğimi söyledi. Gittik. İlk başta zorluklar çektik. Bir buçuk sene sonra tayini çıktı ve hoca gitti. Vefatına kadar irtibatı koparmadık. Çarşamba’da bulundu uzun süre. Sonra Erenköy’de vefatına kadar yaşadı.
Ablam bir kursta ud dersi alıyordu. Notayla ders veren, İstanbul’dan, iyi yetişmiş bir kadının açtığı bir kurstu bu. Ağabeyim Cemaleddin Yavaşça’nın da sesi çok güzeldi. “Senin yazın kışa benzer/Bir sevdalı başa benzer”; Sadeddin Kaynak’ın bu eserini ben ondan dinledim. Bunlar tabii bende kıpırdanmalar uyandırıyor ama arzu edilen vasat yok. Babamın Kur’an okuyuşu, evde namaz kıldığı zaman farzları imam gibi yüksek sesle kılması benim ruhumda muhakkak bir birikim yaratmıştır. İlkokul bitince ayrılık başladı. Konya Lisesi’ne yatılı gidiyordum...
Paylaş
Tavsiye Et