Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Düştüğün yerden bir avuç toprakla kalk!
Önder Bilgel
TÜRK Ceza Kanunu (TCK) tasarısının 16 Eylül’de Meclis Adalet Komisyonu’na geri çekilmesiyle başlayan, AB Komisyonu’nun -müstemleke valisi tonundaki- açıklamasıyla tırmanan, Başbakan Erdoğan’ın “Bu bizim içişlerimizle alakalı bir konudur. Biz Türkiye’yiz ve Türküz. Kendi kararımızı kendimiz vereceğiz” çıkışıyla alevlenen ve tam bir hafta sonra Brüksel’de çözülen kriz acaba sağlıklı bir değerlendirmeye tâbi tutulabildi mi? Olayların sadece görünen yönlerine odaklanan ve ‘ne oldu’ sorusuna kilitlenip kalan medyatik kafaların, yorum bombardımanıyla yol açtıkları “enformatik cehalet”in tozu-dumanı nihayet dağıldı. Şimdi geleceğe dair hayatî önem taşıyan dersler içeren tablonun nasıl yorumlanması gerektiği tartışılmalı.
 
Kararlılık İçin Önceden Hazırlık Şart
TCK tasarısı olarak 2003 Mayısında Meclis’e sevk edilen metin, 1996 yılında kurulan bir komisyonun hazırladığı ön tasarıya dayanıyor; 2003 Ekim’inden beri de Adalet Komisyonu’nda tartışılıyor. Ama son anda yaşanan dalgalanma, birçok üyesi 20’nci dönemden beri TBMM’de yer alan, dolayısıyla da konunun gelişiminden haberdar olması gereken AKP’nin yeteri kadar hazırlıklı olmadığı izlenimini uyandırdı. TCK’nın bazı maddelerinin, özellikle AKP’nin tabanı aleyhine özgürlükleri sınırlandıracak şekilde yorumlanmaya açık olduğu zamanında fark edilemedi. Kamuoyunda, kanunun ana muhalefet partisinin öncelikleri ve talepleri doğrultusunda şekillendirildiği, AKP tabanının hassasiyetlerinin göz ardı edildiği izlenimi oluştu. Önce CHP ile anlaşıldığının ve kanunun mutabakatla çıkarılacağının açıklanması, ardından son anda ani bir manevra ile tavır değişikliğine gidilmesi yine hazırlıksız ve kararsız bir yönetim görüntüsüne yol açtı. Daha da vahimi, geçmişte ekonomi politikaları, YÖK ve ÖSYM reformu, meslek lisesi mezunlarına karşı yapılan adaletsizliği düzeltme girişimi, yoksul çocukların özel okullarda okutulmasının devlet tarafından teşvik edilmesi, Kur’an kursları gibi konularda önce çıkış yapılmış, sonra vazgeçilmiş olmasının verdiği hayal kırıklığı ile ‘yine geri adım atılacak’ ruh hali hakim oldu. Üstelik bu hal, sahici (reel) ekonomimizin korkulu rüyası ‘piyasalar’a bile hâkimdi ki, anlaşmanın açıklanmasından bir gün önce dolar 50 bin lira, faizler de 2 puan gerileyiverdi. Bu durum hükümetin kararlılığı konusunda oluşmaya başlayan şüphelerin önemli bir işareti olarak kabul edilmeli.
Basın bu krizde çok kötü bir performans gösterdi. Kalemşörler, kamu görevi yapmak, yani bütün halka doğru bilgi ve sağlıklı yorum sağlamak yerine bilinçaltına attıkları AKP ile ilgili, daha doğrusu AKP’nin şahsında ‘Türkiye’yi Türkiye yapan değerler’le ilgili, bütün olumsuz hissiyatlarını ortaya döktüler. Üstelik bu öylesine ölçüsüz ve fütursuzca yapıldı ki iş -hükümeti filan değil- doğrudan kendi toplumlarını AB’ye şikayet etmeye kadar vardırıldı. Bir süredir bürokrasinin bazı çevreleri de dahil olmak üzere eski güç odaklarının bu müzevir tavırları, oligarşik nüfuzlarını kaybedenlerin uluslararası güçleri manivela olarak kullanarak Türkiye’yi kanırtmaya devam etme arzusuna bir örnek teşkil ediyor. Bu davranışların Türkiye’nin uluslararası müzakere gücünü ve manevra kabiliyetini azaltması, böylece bütün milletin zarar görmesi ise onlar için sadece bir ayrıntı.
 
İçişlerimiz Ne Kadar İçeride?
Başbakan Erdoğan’ın “Biz Türkiye’yiz, içişlerimize karışamazlar” tepkisi, biraz da basının ve bazı etkin çevrelerin tavırlarına yönelik anlık bir çıkıştı belki. Ama unutulmaması gerekir ki, henüz işin başındayız. 17 Aralık’ta AB’den bir müzakere tarihi alınması halinde yıllar sürecek bir süreç başlayacak. Ve bu süreçte en küçük ayrıntıların, ifade nüanslarının büyük etkisi olacak. Polonya’nın AB üyelik müzakerelerinde yaşadığı sorun buna iyi bir örnek. Polonya Anayasası’nda gerekli değişiklikler yapılırken 90’ıncı maddeyle ilgili bir anlaşmazlık yaşandı. Zira bu maddede “Polonya devleti, uluslararası anlaşmalara bağlı olarak egemenlik yetkisini uluslararası kuruluşlara aktarabilir” deniyor. AB, aktarma (delegate) kelimesinin üstün alta yetki vermesi anlamı taşıdığından ve bunun geri alınabilir bir görevlendirme olduğundan hareketle kullanılan ifadenin devretmek (transfer) olarak değiştirilmesi konusunda ısrar etti. İşte Türkiye böyle bir sürece giriyor. Türk mevzuatının AB müktesebatıyla uyumlu hale getirilmesi gerekecek. Üstelik benimsememiz gereken standartlar ve normlar, bazen şaka ile karışık belirtildiği üzere kokoreçten salatalıkların boyuna, hayatın her alanını kuşatıyor ve belirliyor. Dolayısıyla durumun doğru anlaşılması ve gerekli ön hazırlıkların yapılması çok önemli. Halbuki son yaşananlar bu konuda zihinlerde netleşmemiş noktalar olduğunu düşündürüyor.
Aslında bu süreç yeni de değil. 1996’dan beri yürürlükte olan Gümrük Birliği’yle veya Aralık 1999’da Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylığının tescil edilmesiyle bu sürecin ilk aşamalarını yaşadık. Dahası, mevcut sistem sürdürülecekse, uyum göstermek zorunda olduğumuz tek kurum AB de değil. Zaten, çalışanlara verilecek ücretlerden uygulanacak kur politikasına kadar İMF’nin kriterlerini esas almıyor muyuz? Geçtiğimiz dönemden beri Meclis’te siyasî partilerin kerhen kabul ettikleri AB uyum yasaları ve İMF uyum yasalarının sayısını hatırlayabilen var mı? Sorunu doğru ve bütün gerçekliği ile teşhis etmek çözümleyebilmenin ön şartıdır.
 
Avrupa, Avrupa Duy Sesimizi!
Zihnî berraklığa kavuşamayan sadece hükümet değil. Türk halkının da kafası AB ile ilişkilerinin hangi düzlemde şekillenmesi ve yürümesi gerektiği konusunda karışık. Bir yanda Mohaç Türküleri ile şekillenen gazavat ruhu, diğer yanda son 150 yıla damgasını vurmuş Avrupa hayranlığı. Bir yanda Yahya Kemal, bir yanda Recaizâde Mahmut Ekrem. Her futbol müsabakasında yükselen “Avrupa, Avrupa duy sesimizi! Bu gelen Türklerin ayak sesleri” feryadı, sarkacın iki ucu arasındaki gidiş gelişin tipik bir yansıması. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur ama sen yine de asılacaksan İngiliz ipiyle asıl.
Türkiye Batılı devletlerle girişilen bir savaşın sonunda kuruldu. Ateşkes masasının karşı tarafında İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar oturuyordu. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nun son bir buçuk yüzyılı, “düvel-i muazzama”nın azınlıkları kullanarak uyguladığı baskıların altında geçmişti. Dolayısıyla Türk yönetici elit ile dünya sisteminin merkez güçleri arasında (bugün Birinci Cumhuriyetçi tepkilerle somutlaşan) bir gerilim var olageldi. Türk toplumu da tarihin ve medeniyet mensubiyetinin derinliklerinden kaynaklanan saiklerle benzer bir gerilimi taşıyordu. Ama Türkiye’nin iç gerilimi, merkez-çevre çatışması daha belirleyici hale gelince, Mustafa Özel’in ifadesiyle; “1950’den sonra devlet milletten, 1997’den sonra ise millet devletten kaçarak Avrupa’ya sığındı.” Ama son yaşanan çıkış, milletle dünya sistemi arasındaki fay hattının hâlâ diri olduğuna ve muhtemel kırılmaların nerelerde yaşanabileceğine ilişkin veriler barındırıyor. Bu bağlamda dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da AB’nin 19’uncu yüzyıl kolonyalizminden farksız, ortaklığı değil teslimiyeti, değerler zenginliğini ve çoğulculuğu değil asimilasyonu esas alan tavrı.
Babamın sık sık tekrarladığı bir atasözü vardı: “Düştüğün yerden bir avuç toprakla kalk!” Sırf Hazine tarafından 20 ve 21 Eylül’de gerçekleştirilen borçlanmalar esas alındığında bile, krizin vergi mükelleflerine yüklediği ilave maliyet yaklaşık 175 trilyon oldu. Hiç olmazsa bir hayli pahalıya mal olan bu dersi medyatik kafaların sathîlik illeti sebebiyle heba etmeyelim.

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Siyaset
DİĞER YAZILAR