Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Merkezî burjuvazinin yükselen çevreye refleksi
Adem Yılmaz
TÜRKİYE’DE Osmanlı’nın Batıcı eliti tarafından başlatılan ve onun eliyle yürütülen modernleşme süreci Cumhuriyet’in ilanı ile inşa edilen burjuvaziye devredilmek istendi. Modernleşme sürecinin tabii seyrinde ortaya çıkan milli burjuvazi oluşturma çabaları, Batı’da Fransız İhtilali sonunda derinden hissedilen milli devlet ve milli kültür inşası sürecinden etkilendi. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri merkezde yer alan ve merkezin imkanlarını kullanarak büyüyen sermayedar sınıf, devletin destek ve teşvikleriyle kısa zamanda sanayi, üretim, ticaret, medya, kültür ve sanat faaliyetlerine hakim olmaya başladı. Aynı şekilde 1950’li yıllardan itibaren taşrada doğan küçük sanayici ve tüccarlar her alanda merkezi çevreledi. Kısa zamanda çevreden merkeze, taşradan büyük metropollere doğru yaşanan göç hareketi Türk modernleşmesine ve sanayileşmesine ivme kazandırdı.
1980’lere kadar devlet desteğinden uzak, piyasa şartlarına uygun üretim ve ticaret yapan çevre burjuvazisi, küreselleşme sürecinin üretim tarzında ve piyasalarda neden olduğu temel değişimler sonucunda dünya çapında üretim yapma imkanı buldu. Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte pazarlarda esnek/fason üretim sistemlerinin gelişmesi ürün maliyetlerini düşürünce, çevrenin yükselen burjuva kesimi bir anda dünya çapında üretim ve ticaret yapan markaların Türkiye’deki üretim üssü oldu. Böylece bir yandan çevrenin merkeze olan bağımlılığı ortadan kalktı; diğer yandan, üretim yükselen piyasalara kayınca, küresel markanın Türkiye ayağı olan bu şirketler, bir sektörde uzmanlaşmış ve esnek üretim yapılarıyla çok fazla sektöre dağılmış statik merkezî şirketlere göre daha dinamik ve bağımsız bir yapı kazandılar. İçeride kültürel anlamda yeni yeni şehirleşen ve dinî, ahlakî, geleneksel değerlerini ve bu değerlere ait sembolleri büyük şehirlere, metropollere taşıyan çevre, küreselleşme sayesinde dış dünya ile daha geniş çaplı işler yaptığı oranda merkezle rekabete girişti ve ticarî kazanımlarını siyasal ve kültürel taleplere dönüştürdü. Modernleşme sürecinde Türkiye’de egemen olan ve geniş kesimler üzerinde hakimiyet kuran komprador burjuvazinin, yabancılarla giriştiği ilişkilerde onlara eklemlenmek suretiyle ülkeyi dışarıya tam bağımlı hale dönüştürmesine karşın, çevre kendi bağımsızlığını kazandı ve edindiği sermaye birikimiyle milli burjuvazi sınıfına dahil olmaya talip oldu. Buna karşın rekabet kurallarına uygun üretim ve ticaret yapamayan, küreselleşme ile birlikte doğan yeni rekabet koşullarına adapte olamayan hantallaşmış ve uzmanlaşamamış merkez, çevrenin meydan okuyan değerleriyle yüzleşmek zorunda kaldı. Küreselleşme olgusuyla birlikte Osmanlı’dan günümüze modernleşme sürecine yeni çevre aktörlerinin dahil olması ve çevrenin dinamik şirketlerinin ve taşralı değerlerinin, merkeze ve milli burjuvazi sınıfına katılması, Türkiye’de “milli burjuva” ve “merkez” kavramları üzerinde dönüştürücü etkiler doğurdu. Uzun yıllar tek başına merkezi temsil eden büyük güçler çevrenin meydan okumalarına çeşitli şekillerde tepki gösterdiler.
Her şeyden önce merkezî burjuvazi, bir kısım akademik çevreler ve medya tarafından üretilen bilgi yoluyla kendi paradigmasını kurmak ve iktidarını sürekli yeniden üretmek suretiyle, yükselen çevreyi bütün piyasalarda ve siyasal, ekonomik, kültürel alanlarda bastırmak istemektedir. Bu bağlamda çevreye ait değerler gizlenmekte ve maskelenmekte, modern-geleneksel, çağdaş-gerici, şehirli-köylü gibi hiç de masum olmayan tenakuzlarla hâkim paradigmanın egemenliği pekiştirilmek istenmekte; ona tâbi olan unsur yani çevre ise nesneleştirilmekte ve aşağılanarak acizleştirilmektedir. Her iki kimliğin kültürel, siyasal ve tarihsel kodları yeniden tanımlanırken çevreye ait değerler dışsallaştırılmakta ve ötekileştirilmekte; buna karşın merkezin değerleri, bürokratik, akademik, sanatçı ve diğer aydınlardan oluşan seçkinler ve geniş halk kesimleri indinde hiyerarşik değerler sisteminin en tepesine yerleştirilmektedir. Böylece Türkiye’de devletten nemalanan milli burjuvazi, taşra kökenli çevre sermayesine karşı kültürel, hukukî, siyasî ve ekonomik alanlarda darbeler indirmekte; toplumsal kategoriler medyanın illüzyonist etkisiyle meseleden beri tutularak merkez-çevre arasında yaşanan rekabet, devlet-çevre, devlet-birey arasında bir gerilime dönüştürülmekte ve böylece çevrenin kendine ait siyasal ve kültürel talepleri, sadece merkeze karşı tehdit değil, aynı zamanda devletin bekasına yönelen bir tehlike olarak da algılanmaktadır. Oysa ki Osmanlı’dan günümüze modernleşme sürecinde adem-i merkeziyet terk edildiğinden bu yana, çevre ile uzlaşmayan merkez, çevreyi sürekli dışarıda tutmayı başarmıştı; fakat Osmanlı’da çevrenin siyasal talepleri ile iç içe geçmiş merkezin ve devletin kültürel kodları hiç günümüzdeki kadar çatışmaya yönelik ve taban tabana zıt olmamıştı. İçeride ve dışarıda devleti güçsüzleştiren iki kesim arası çatışma çevrenin merkezle bütünleşmesini, siyasal ve kültürel taleplerinin merkezde temsil edilmesini imkansız kılmaktadır.
Öte yandan merkezin temel aktörleri bunalımlı, dalgalı bir iktisat tarihinin ürünü olarak doğdular; siyasal güçleri ve devletle iş yapma becerileri oranında büyüdüler. Fakat siyasal ve kültürel alanda merkezin hakimiyeti altında işleyen ve sürekli yeniden üretilen dışlayıcı ceberut sistem, bu kesimlerin rekabetten kaçarak devletten beslenen hantal büyük şirketlerinin piyasalarda önünü açmasına rağmen, küreselleşme ile ortaya çıkan zaafını da keskinleştirdi. Çevre, küresel piyasada ayakta kalabilmek ve rakiplerine üstünlük sağlayabilmek için fiyatta, kalitede, pazarlamada yenilik, esneklik ve hız ilkeleriyle kendi alanında küresel rekabete uygun biçimde uzmanlaşırken; devletten nemalanan merkez ise on yıllardır sadece devletle iş tutma hususunda uzmanlaşarak içeride rekabet ortamını ortadan kaldırdı ve bu süreçte merkez, dış rekabet gücünü de kaybetti. Merkezî burjuvazinin palazlanmış şirketleri üretim dışı faaliyetleri sayesinde aşırı yüksek kârlara sahip olmalarına rağmen, birkaçı dışında hiçbiri uluslararası alanda tanınmış bir milli marka inşa edemedi. Böylece amansız yakalandıkları küresel rekabet girdabında tek çözüm yolu olarak yine devlete yüklenmeyi buldular ve bu amaçla iki önemli enstrüman kullandılar. Bunlardan en önemlisi olan “kayıt dışı ekonomi”olgusu merkezin ve herhangi bir siyasal partiye yaslanarak devlet eliyle güçlenmeye çalışan bazı türedi grupların en temel hayat kaynağı oldu. İkincisi ise, bankaların görev zararlarıadı altında yapılanihtiyarî bütçe açıklarıdır. Kamu bankalarının görev zararı adı altında “hortumlanan” kaynakları, bu kesimlerin kısa zamanda palazlanmasına ve merkez eliyle devletin iflasa sürüklenmesine yol açtı. Böylece devletin yapısal problem alanları aynı zamanda milli burjuvazinin çağdaş iktisat rasyonalitelerinin hiçbirisi ile örtüşmeyen günü birlikçi stratejilerine devletin zaafı olarak, içte ve dışta, yansıdı.
Neticede Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda ortaya atılan “milli devlet” ve “milli burjuva” inşa süreçleri seksen yılda çevreyi ve onun geleneksel değerlerini dışlayarak, Osmanlı’dan miras kalan “tımar ekonomisi”ni kısa zamanda bir tür “talan ekonomisi”ne çevirdi. Buna karşın, küreselleşme 1990’lı yıllardan itibaren merkez-çevre ilişkilerini yeni bir boyuta taşıdı; yerel duyarlılıkları ve özgün kimlikleri öne çıkardı. Kendi kuraklığında bunalmış bütün ulus-devlet sistemlerinde olduğu gibi Türkiye’de de bir yandan merkez-çevre ilişkileri arasındaki gerilim, çevredekilerin kazandıkları yeni konum ve güçle onları hem kendilerine özgü komplekslerden arındırdı, hem de özgüvenlerini tazeledi; öte yandan merkezî burjuvazi, çevrenin ürettiklerine kayıtsız kalarak ve onları yok sayarak bir yere varılamayacağını anladı.

Paylaş Tavsiye Et