“RABBİM! Senin Kilisen çoğu kez, batmak üzere olan bir tekne; her tarafından su alan bir tekne gibi görünüyor bize. Senin ekinliğinde, buğdaydan ziyade delice otu görüyoruz. Kilise’nin böylesine kirlenmiş giysi ve çehresi, bizi ürkütüyor. Ama onların kirleticisi de bizzat bizleriz! Büyük laflarımızın, büyük jestlerimizin ardından, her defasında sana ihanet eden de bizleriz. Kilisenden merhametini esirgeme!”
Bavyeralı Ratzinger, kendisinin kaleme aldığı bu cümleleri telaffuz ettiğinde bir kardinaldi. İkinci Jean Paul, ölüm döşeğindeydi. Konuşma görevi de, Papa’nın sağ kolu Ratzinger’indi o gün. Sonrasında, 19 Nisan akşamı başlayan Papalık seçimi Ratzinger’in zaferiyle sonuçlandı. Polonyalı gitmiş, Alman bir papa gelmişti. Buna üzülen İtalyanlara da, “Polonyalıların açlıktan nefesleri kokuyordu. Almanların hiç olmazsa parası var!” diye avunmak kalmıştı. Papa’nın asıl uyruğu ne ise, Roma’ya o ülkeden gelecek turist sayısında bir artış yaşanacağı tecrübeyle sabit bir konuydu.
Ratzinger, XVI. Benediktus olmasına bir gün kala, Papalık seçimine başlama vesilesiyle düzenlenen ayinde verdiği vaazda da değinmişti bu tekne meselesine:
“Onlarca yıldır nice doktrinlerle, nice ideolojilerle karşılaştık, nice düşünce modalarıyla karşılaştık. Pek çok Hıristiyan’ın minik düşünce teknesi, bir oradan bir buradan vuran dalgalarla az sarsılmadı”.
Ratzinger, “Marksizm’den liberalizm ve hafifmeşrepçiliğe, kolektivizmden radikal bireyselciliğe, tanrıtanımazlıktan ne idüğü belirsiz dinsel mistisizmlere, agnostisizmden senkretizme” varana dek bir sürü akımın insanları “doğru yol”dan saptırmasından rahatsızdı. Halihazırdaki manzarayı şöyle betimliyordu:
“Kilise’nin amentüsüne uygun net bir imana sahip olmak, çoğu kez köktendincilik diye yaftalanmaktadır. Rölativizm, yani kendini her türlü doktrin rüzgarıyla oraya buraya savrulmaya bırakmak ise zamanımıza yaraşır yegane tavır gibi görünebilmektedir. Hiçbir nihaîlik tanımayan, son ölçüt olarak da insanın egosundan ve arzularından başka bir şey bırakmayan bir rölativizm diktatörlüğü oluşturulmaktadır”.
Ratzinger, buna isyan ederek, “Bizim ölçütümüz ise başkadır: Gerçek insan, Tanrı’nın Oğlu! Gerçek hümanizmin ölçütü budur!” diyordu. Reçete olarak da, “olgun iman”ı öneriyordu. Vatikan’ın önerdiği biçimde “Mesih’le köklü bir dostluk sağlanması”nın elzemliğine değinerek, sözlerini şöyle sürdürmüştü:
“Bizleri iyi ve güzel olana açık kılacak; hak ile batıl arasında, aldatmaca ile hakikat arasında bir ayrım yapabilmemizi sağlayacak olan da bu dostluktur. İşte, temin etmemiz gereken olgun iman da budur!”
Kardinal Ratzinger’in Papalık seçimi arifesindeki ayinde söylediği bu sözler, kendisinin daha önce serdettiği düşünceleri bilenler için aslında pek de yeni şeyler değil. II. Jean Paul döneminde Roma Katolik Kilisesi’nde, özellikle düşünsel alanda, merkeziyetçilik ve otoriterliğin hortlatılmasında kilit rol oynayan isimlerden biriydi Ratzinger.
Bavyeralı kardinal, 1981’den itibaren 24 yıl boyunca, Vatikan’daki en önemli kurumlardan biri olan Dinsel Öğretiler Kurulu’nun (DÖK) başkanlığını yaptı. Bu sürede Papalık Kitab-ı Mukaddes Komisyonu (PKMM), ayrıca Vatikan’daki Uluslararası İlahiyat Komisyonu’nun (UİK) başkanlığı da Ratzinger tarafından yürütüldü.
Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmî dini haline dönüşmesinden itibaren, resmî Kilise’nin çizgisine uzak duran kişi ve akımlara, öteden beri “delice otu” muamelesi yapıldığı malumunuzdur. İmparatorluk, bırakınız Hıristiyanlık dışındaki inançları, resmî Kilise’den farklı düşünen Hıristiyan akımların kökünü kazıma işlemini de tarlayı delicelerden arındırma adına gerçekleştirmekteydi. Katolik Kilisesi’nin XVI. yüzyılın ortalarında Engizisyon Kurumu’nu ihdas etmesindeki amaç da aynıydı. İmanın saflığını, Kilise’nin birliğini korumak adına, halisane niyetlerle, deliceler cayır cayır yakılmaktaydılar.
Ratzinger’in, Papalık tahtına oturmadan önce uzun yıllar başında bulunduğu DÖK’ün temel misyonu da tarladaki deliceleri ayıklamaktan ibaretti. Vatikan nezdindeki Engizisyon’un isim değiştirmesi, 1965’tedir. Papa VI. Paul’ün talimatı doğrultusunda, o tarihten bu yana söz konusu kurum DÖK diye adlandırılıyor. DÖK’ün II. Jean Paul ve Ratzinger ikilisinin hakim olduğu dönemdeki ayırt edici niteliği ise II. Vatikan Konsili’nde öngörülen yapılanmanın tam aksine, söz konusu kurulun yeniden, ayrıntıların dahi Vatikan’daki merkezî otorite tarafından belirlendiği müdahaleci bir mekanizmaya dönüştürülmüş olması. Kilise, eldeki tüm imkanları kullanarak mümkün olduğu oranda insanları tektipleştirme seferberliğine soyundu. 140’ı aşkın Katolik ilahiyatçı ve din adamının, sadece görüşlerinden dolayı DÖK tarafından sorgulanmalarının, sansüre tabi tutulmalarının ve gerekirse görevden alınıp kızağa çekilmelerinin yegâne sebebi de budur. Vatikan’daki merkezî otoritenin tıpkı II. Vatikan Konsili öncesi dönemde olduğu gibi hakikat tekelciliğine soyunmasının ifadesi olan bu durum, Roma Katolik Kilisesi’nin kendi iç ilişkilerinin yanı sıra dış dünyayla ilişkilerine de yansıyor.
Roma Katolik Kilisesi’nde mutlakiyetçi ve totaliter yaklaşımların hüküm sürdüğü dönemde revaç bulmuş, “extra Ecclesiam nulla salus” (Kilise dışında kurtuluş yoktur!) anlayışını yeniden tahkim girişimlerinin, anılan ikili tarafından üstlenilmesi bir rastlantı değildir. II. Vatikan Konsili’ni bir kalkış noktası kabul ederek geliştirilmeye çalışılan her türlü anlayış ve nazariyeye merkezî otorite tarafından şiddetle karşı çıkılmıştır. Bu, Kilise’nin üzerlerinde fiilî otoriteye sahip olduğu Katolik ilahiyatçı, akademisyen ve din adamlarına, DÖK ve diğer mekanizmalar aracılığıyla sansür ve baskı biçiminde tezahür etmiştir.
Kilise’nin, özellikle Avrupa’daki sekülerleşme ve laisizmden şikayetlerinin artması, bu iki olguyu Avrupa’nın Hıristiyanlık’tan uzaklaşması biçiminde görmeye başlaması; diğer dinlerin mevcudiyetini neredeyse bir tehdit biçiminde algılaması da 1980’lerden itibaren giderek tırmanışa geçmiştir.
II. Jean Paul gibi, Ratzinger de, diğer dinlerin mevcudiyetini, fiilî durumun ötesinde, ilkesel bazda meşru saymayı mümkün addedici yaklaşımlardan uzak durulmasından yana. Hıristiyanlığı Tanrı tarafından vahyolunmuş yegâne ve nihaî hak din (fides) olarak tanımlayan Ratzinger’e göre, İslam’ın da aralarında bulunduğu diğer dinlerin (religio) tümü insanların hakikati arayış gayretinin ifadesi olmaktan başka bir şey değildir. Polonyalı Papa’nın görüşleri doğrultusunda o da, dinler arası diyaloğun Roma Katolik Kilisesi’nin misyonerlik faaliyetlerinin ayrılmaz bir parçası olarak görülmesinde ısrar ederek, konuya ilişkin farklı yaklaşımlar geliştirenlerle mücadele edilmesini salık veriyor.
Ratzinger’in XVI. Benediktus olarak neler yapacağını zamanla göreceğiz. Ama, Papalık tahtına oturmadan önceki 24 yılı, merkezî otoritenin delice otu diye yaftaladığı anlayış ve unsurlarla mücadeleyle geçmişti. O dönemde, diğer dinleri ise deyim yerindeyse sadece bir ayrık otu gibi algılayan bir anlayışın savunucusuydu. Bu yaklaşıma göre, söz konusu ayrık otlarına verilebilecek değer şu iki soruya verilebilecek yanıtlarla ilintilidir: Bu ayrık otları, kendilerine buğday aşısı yapılabilecek niteliği haiz midir? Bu sayede Vatikan buğdayı haline dönüştürülmeleri yüzde kaçlık bir ihtimaldir?
Yazıya son söz niteliğinde, okurlara bir soru da bizden: Yıllardır betimlediğimiz türden bir anlayış sergilemiş, Avrupa’nın Hıristiyan kimliğinin en hararetli savunucularından biri olmuş Ratzinger’in, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasına karşı çıkması da doğal değil mi?
Paylaş
Tavsiye Et