SAVAŞLARI geçmişe ait kanlı çatışmalar olarak değerlendirme eğilimindeyizdir. Savaşın bir çözüm arayışı olduğu dönemlerin geçmişte kaldığını, artık dış politikanın kilit unsurunun diplomasi olduğunu düşünürüz. Yirminci yüzyılın, önceki asırlardan daha kanlı bir yüzyıl oluşu bizim bu kanaatimizi etkilemez. Körfez Savaşı’nı, Afganistan Savaşı’nı, Irak Savaşı’nı birer operasyon olarak değerlendiririz bu nedenle. Birer istisna olarak gördüğümüz bu savaşların her an biteceği yanılgısına kapılırız. “Medyanın hassasiyeti” miktarınca ilgilendiğimiz bu operasyonları “acısız ameliyat” kabilinde değerlendirir, kötülüğü hep bugünün dışında arar, ona yalnızca tarihin derinliklerinde rastladığımızı sanırız.
Çeçen-Rus savaşı, tabir caizse, “burnumuzun dibinde” yaşanıyor. Emperyalist bir gücün, uyguladığı sistematik yıkım politikaları sonucu mağdur edilen Çeçenler, bir varoluş mücadelesi veriyorlar. Hem de bütün imkânsızlıklara, verdikleri kurbanlara, muhatap kaldıkları kıyımlara rağmen. Ancak liberal ve iyimserci bir gözlükle dünyayı seyre dalanlar, hümanizmin bir hayat felsefesi olduğu zehabına kapılanlar gözümüzün içine bakıyor ve savaşın imkânsızlığını vurgulamaya devam ediyorlar. Böylelikle savaşın taraflarından değil, teröristlerden ve onlara karşı operasyon yapan resmî güçlerden bahsetmiş oluyoruz.
Bugün Çeçen-Rus savaşı, pek çok siyasetçi ve entelektüel tarafından etnik bir gerilim veya çatışma olarak ele alınıyor. Buna göre, Çeçenleri Ruslara karşı harekete geçiren temel saik, modern milliyetçi tahayyül. Oysa Rus emperyalizmi yüzyıllardır Kafkas halklarına zulmediyor. Bu zulüm ve baskı siyaseti, Rus emperyal kimliğinin inşasının çok önemli unsurlarından da bir tanesi. Buna karşın Çeçenlerin verdiği mücadele bir varoluş mücadelesi. Çeçenlerin Ruslara karşı verdiği bu varoluş mücadelesini terörizm konsepti içerisinde değerlendirme temayülü ise özellikle 11 Eylül sonrasında sıklıkla karşımıza çıkmaya başladı.
Oysa 1994’ten bu yana Çeçenistan’da toplam 250.000 kişi Rusların saldırıları sonucunda hayatını kaybetti. Bir başka deyişle, Çeçenistan nüfusunun dörtte biri Rus emperyal emellerine kurban gitti. Yara hâlâ sıcak ve Ruslar bu yarayı derinleştirmeye devam ediyor. Eğer Çeçenistan’ın varoluş mücadelesi kayıt altına alınmaz, bu mücadelenin seyri egemen tarih yorumlarına emanet edilirse söz konusu yara daha da derinleşecektir.
Bu bağlamda İHH İnsani Yardım Vakfı’nın önderliğinde hazırlanan Çeçenistan: Yasak Ülke Kayıp Ülke isimli eser çok ciddi bir katkı olarak değerlendirilmelidir. Editörlüğünü Fatma Tunç Yaşar’ın yaptığı ve İlke Yayınları tarafından neşredilen bu müstesna eser, “Kafkasya’da Varoluş Mücadelesi”, “Çeçenistan’da İşgal ve İnsan Hakları İhlalleri”, “Uluslararası Platformda Çeçenistan”, “Tarafların Gözüyle Çeçen-Rus Sorunu” ana başlıklarını taşıyor.
Ayşen Baylak, Ahmet Yaşar, Zeynep Özbek, Murat Yılmaz, Eylem Akçay, Yeşim Sezdirmez, Elif Bekler, Azize Aslıhan Akman, Emre Yıldırım, Ruslan Yakubov, Fatma Tunç Yaşar, İbrahim Karagül, Aziza Khatoon, Emrin Çebi, Mehmet Ali Bolat, Ahmet Emin Dağ, Ahsen Utku, Rustem İslamov, Alla Dudayeva, Gülten Başkan Özkan ve Eyüp Tuncer’in birer bölümünü kaleme aldıkları eserde Anne Nivat, Nur Dolay ve Ömer Hambiyev ile yapılmış birer söyleşi de yer alıyor. Kitabın bir diğer ilgi çekici yanı ise Çeçen-Rus münasebetlerine ilişkin verdiği tafsilatlı kronoloji. Umarız bu eser vesilesiyle Çeçenistan’ın varoluş mücadelesi medyatik çarpıtmaların ötesinde, sahici bir biçimde yeniden gündemimize girer.
Paylaş
Tavsiye Et