Müzakere süreci başlarken Türkiye ve Avrupa Birliği, diplomatik kartları daha hızlı oynuyor ve karşılıklı hamleleri sıklaştırıyor. Peki diplomasi, dış politika, müzakere, tarama süreci dışında, Avrupa, Türk toplumu açısından ne anlama geliyor? Ahmet Taşgetiren ile dosya konusu çerçevesinde, Türk toplumunun AB karşısındaki durumunu konuştuk.
1997 sonrası toplumun dindar kesiminde Avrupa Birliği’ne karşı olumlu bir hava vardı; AB’ye giriş ile Müslümanların özgürlük alanının genişleyeceği düşünülüyordu. Bugün gelinen noktada, sizce bu kanaat hâlâ geçerli mi?
O dönemde Türkiye’de bir özgürlük daralması vardı ve bu daralma önemli ölçüde İslamî alana yönelikti. “İslam’ı azaltma projesi” diyebileceğimiz bir proje yürütülüyordu; bir süreç işliyordu. “Bu süreçten nasıl çıkılabilir?” sorusu gündemdeydi ve Refah çizgisi de tıkanmıştı. “Acaba bu çizgiyi tıkanmaya götüren süreç tahlil edilip bir öz eleştiride bulunarak yeni bir siyasî çizgi oluşturulabilir mi?” gibi sorular da tartışılıyordu. İşte o tartışmaların içinden AK Parti süreci doğdu; yani bir öz eleştirinin içinden çıktı. O dönemde Avrupa Birliği’nin özgürlükleri sağlayabileceği kanaati sergileniyordu. Oysa, aslında İslam’ın alanının daraltılması süreci Sovyetlerin dağılmasından sonra başlamıştı. NATO’ya özel bir misyon yüklenmişti. NATO “kökten dinci İslam” ile de mücadele edecekti. Orta Doğu’da birtakım karışıkların zeminini radikal, siyasal, kökten dinci İslam’ın oluşturduğu düşünülüyor; Sovyet tehlikesi ortadan kalktıktan sonra NATO’nun bu alana yönelmesi gerektiği konuşuluyordu. Tam da bu sırada “Avrupa Birliği Türkiye’de özgürlüklerin genişlemesine yol açar mı?” tartışması dindar kesimin gündemine girdi. NATO tarafından benimsenen böyle bir misyon var ve Avrupa NATO’nun dışında değil ise; o da bu düşünceyi paylaşıyor olmalıydı. Dolayısıyla AB’de Müslümanların özgürlük taleplerinin karşılanacağı beklentisi çelişkili olabilirdi. O sırada Refah Partisi’nin başvurusu da olmuştu AİHM’ye. Şimdi süreç işliyor tabii; uyum paketleri devreye sokuldu, hakikaten sistemde bazı demokratik açılımlar yapıldı. Sistemi tıkayan asker-sivil ilişkisindeki problemli alanlar belli ölçüde Avrupa normlarına göre tashih edildi; ama şu güne gelindiğinde dindar kesimin beklentileri Avrupa Birliği ile henüz sağlanmış değil ve bu konuda ümit de görülmüyor. Halktan edindiğim izlenim; dindar kesimin AB ile ilgili beklentilerinin, somut olaylar söz konusu olduğunda, sağlanamayacağı noktasında. Yani İslamî bir özgürlük talebiyle AB’nin önüne gittiğinizde bu talebin olumlu karşılığının olmayacağı algısı söz konusu.
11 Eylül burada bir kırılma noktası oldu sanırım...
Evet. 11 Eylül ve sonrasında Avrupa, İslam-terör birlikteliğini sürekli gündemde tuttu. Buradan yola çıkarak, özgürlük kısıtlamalarını meşrulaştıran bir tavır geliştiriyorlar. Yani Müslümanlar bir anlamda gözaltında bütün Avrupa’da. 11 Eylül sonrası İspanya’da, İngiltere’de, Hollanda’da -bir film yönetmeninin öldürülmesi gibi- bazı hadiseler yaşandı. Şu anda bunların arasında en özgürlükçü ülke İngiltere gibi gözüküyor. Ama İngiltere’de bile adınız Muhammed ise, bir İslam ülkesine bağlılığınız varsa, kökeniniz orayla ilgiliyse, açıkça gerekçe göstererek veya göstermeyerek sizi gözaltında tutuyorlar.
Türkiye’yle ilişkilerde de İslam unsuru bir rezerv konusu oluyor. Bunu değişik biçimlerde ifade ediyorlar. Terör hadiselerinin kökeni ve zemininin İslam’da olup olmadığını araştırıyorlar. Müslüman din adamlarının söylemlerine bakmaya başladılar ve sanki İslam’da da böyle bir zemin varmış gibi bir sonuca ulaştılar. Şimdi din adamı yetiştirme projeleri var. İslam’a, Avrupa İslam’ı gibi yeni bir yorum getirme yönünde birtakım adımlar var. Bunlara bakınca Türkiye’nin İslamî alanı daraltan yaklaşımlarının Avrupa’ya intikal etmesi gibi bir durum söz konusu. Bu da AB’ye yönelik tereddütleri arttırıyor. Zaten İslamî duyarlılığı olan kesimlerin kültürel açıdan, medeniyet farklılığı açısından bir rezervi vardı. “AB ile ilişkiler bizi nasıl bir kültürel dönüşüme uğratır? Nasıl bir medeniyet dönüşümüne neden olur? İki asırlık bir direnç neden yok farz edilsin?” gibi kaygılar vardı. Şimdi, “biz özgürlük açısından da Avrupa’dan beklediğimizi bulamayacağız” noktasına gelindi.
Son yıllarda Avrupa toplumlarında, Türk toplumuna karşı bir merak gözleniyor. Akademisyenler, araştırmacılar özellikle İslam hakkında bilgi almaya geliyor. Öte yandan Avrupa’dan gelen turist sayısında bir patlama var. AB sürecinde Türk toplumu ile Avrupa toplumu arasında insanî ilişkiler nasıl gerçekleşebilir, nerelerde dönüşümler meydana gelebilir?
Sanıyorum ilginin bir boyutu şöyle: Bu Türkler ne kadar Avrupalılaşabilir? Müslüman bir toplum, Avrupa kültürüyle ne kadar uyum arz edebilir? Böyle bir merak söz konusu ve bizde bir dönüşme potansiyeli görüyorlar. Şöyle bir şey olduğunu sanmıyorum: “Bunlar bir medeniyet camiasının ana unsurlarından birisiydi. Burada İslam medeniyetini inşa eden bir toplum var. Biz de daha farklı bir medeniyetin çocuklarıyız. İslam medeniyetiyle buluşmak bugün iyi bir şeydir; dünya barışı için bir kazançtır. Dolayısıyla onları tanıyalım bugüne kadarki düşmanlıklar ortadan kalksın” gibi bir yaklaşım görmüyorum Avrupa toplumunda. Bu söylemi biz geliştiriyoruz. Medeniyetler buluşmasına ihtiyaç olduğu tezini, “bizi alın” söyleminin uzantısı, gerekçesi olarak öne sürüyoruz. Bu sanki zayıf tarafın, kabul görmek isteyen tarafın söylemi. Böyle bir söylem Avrupa’da yok henüz. Avrupa’da olan ne: “Acaba bu Türkler ne kadar değişebilir; bize ne kadar uyum sağlayabilir?”
Onlar sabit, biz değişken olarak mı varsayılıyoruz?
“Biz farklı bir yerdeyiz; aslında biz egemen uygarlığın temsilcisiyiz” diye düşünüyorlar. Dolayısıyla bizim ne kadar dönüşebileceğimizi, onların seviyesine yaklaşabileceğimizi tartışıyorlar. Onlar hakikaten sabit, durağan. Diyelim ki, Avrupa Birliği Müktesebatı var; sizi taramadan geçirecekler ve siz o kulübe üye olmak istiyorsunuz. Bir kulübe girmek isteyen, oranın şartlarına uyar. Dolayısıyla zayıf tarafın bir talebi söz konusu; güçlü taraf da sürekli yargılıyor. Hani denir ya, “Türkiye hep Batı’ya yürüdü; Batılılaşma bizim idealimiz oldu” diye, ben bu konuda şunu diyorum: Türkiye’nin Batı’ya yürüyüşü birkaç şekilde oldu. Orta Asya’dan çıktı, Batı’ya yürüdü. O bir tür yaşama alanı aramak içindir. İkinci Batı’ya yürüyüş, bir tür fetih yürüyüşüydü; kendi kültürüne güveni vardı. Ve o kültürü farklı coğrafyalara taşımak gibi bir ideal; medeniyetine, insan tipine güven… Üçüncü yürüyüşümüz bir zaaf yürüyüşüdür. O zaafın içinden çıkmak için uğraşıyoruz. “Acaba Batı’nın birtakım özelliklerini alırsak kurtulabilir miyiz?” çabası henüz bitmiş değil bizim için. Aşağı-yukarı iki asırlık bir serüven; ben buna “bir labirentte iki asır” diyorum. Halk bu noktada biraz farklı düşünüyor; “Bizim Müslümanlığımız iyi” diyor. Yani bundan vazgeçmek gibi bir düşüncesi yok. Ama bizim içimizde bir kesim, Batı’yı idealize eden, hatta yer yer kutsayan bir kesim “Batılı olmazsak mahvoluruz” diye düşünüyor. Bazen de güvenlik sorunu etkili oluyor burada; “Bir biçimde bu zaaf halinden çıkmazsak, burada da kalamayız” düşüncesi... Tamamen Batı kültürünü idealize eden kesim, “Onunla bütünleşmeliyiz, çağdaş normlar bunlardır” diyor. İslamî duyarlılığı olan kesim bu noktada direniyordu. İşte onun içinden çıkan bir siyasî ekip, şimdi bu söylemi değiştiriyor. Bu konuda, özgürlüklerin daralması Türkiye’de bir motiftir. Ama acaba bu motifin zaman içinde Batı değerlerini idealize eden kesimlerin çizgisine gelme riski var mı? Ben ondan endişe ediyorum doğrusu. Değişme-dönüşme söylemi hakikaten dönüşme ameliyesi midir; yoksa bir özgürlük talebinin böyle görülmesi midir? Bu noktada doğrusu, biraz kaygılıyım; çünkü bu süreçte bazen de, elinizde olmadan sizin dönüşme süreciniz etkileniyor. Bir büyük vakum içerisine giriyorsunuz ve kendi durduğunuz noktayı kaybedebiliyorsunuz. Ben şu andaki siyasî kadronun böyle bir vakum içine girmesinden de doğrusu endişe ediyorum. Onun için AB ile ilişkilerde, olmazsa olmazlarımız olmalı bizim ve oralarda durmayı bilmeliyiz. Genelde şu söyleniyor: “Süreç sonuçtan önemlidir. Sonuçta hiç AB’ye girmeyebiliriz. Biz de istemeyebiliriz bunu, Avrupa da istemeyebilir. Ama bu süreçte, Türkiye için bir şeyler yapmalı.” Bu normalde iyi bir düşünce. Yani Türkiye hem özgürlükler, hem sistemin restorasyonu açısından, hem de ekonomik açıdan bir tırmanma şeridine girmelidir. Ama AB ile entegrasyon projesi sırf bununla sınırlı bir proje değil. Birtakım talepler var ki, bizi geri dönülemez noktalara sürükleyebilir. Mesela İslamî alandaki özgürlük talepleri konusunda Avrupa’dan yeterli ve sağlıklı bir cevap bulamazken, AB, Türkiye’de azınlık tanımlamaları yapmaya yöneliyor. Yani Türkiye’nin fay hatlarına, sancılı alanlarına çok özel ilgi gösteriyor, oraya ayrı bir bilinç yüklemeye çalışıyor. Bugün mesela “Kürt azınlığı” tanımı Avrupa Birliği belgelerine girdi. Sonra zorlanarak çıkarıldı; ama halen o mantalite duruyor. “Alevî azınlık” ifadesi AB belgelerine girdi. İtirazlar üzerine çıkarıldı; ama gene o mantalite duruyor orada. Gayrimüslim azınlık konusunda özel bir duyarlılık var. Bu, İslamî duyarlılığı olan kesimde bana göre bir kaygı uyandırıyor. Yani AB, Türkiye ile bitmemiş birtakım hesapları görmek istiyor olabilir. Şark Sorunu’nun hesabı gibi...
Müzakere sürecinde, sizin ifadenizle toplumun fay hatlarına AB’nin yapacağı müdahaleler ve Türkiye’nin buna karşı geliştireceği her türlü hamle toplumda nasıl bir etkiye yol açar?
Mesela şu anda Kürtlerle ilgili olay biraz daha sıcak. Siyasî Kürtçü diyebileceğimiz bir kesim, Avrupa ile ilişkileri, Türkiye’nin bu konuda birtakım işlere zorlanması için bir vesile olarak kullanmayı hesaplıyor ve kullanıyor. Şu konuşmayı yaptığımız sıralarda Avrupa Parlamentosu’nda bir Kürt sempozyumu yapılıyor. Konu doğrudan Avrupa Birliği gündeminde ve çok sıcak biçimde ilgi görüyor. Azınlık tanımlaması boşuna girmiş değil AB müktesebatına; çünkü o zamanki Avrupa ülkeleri, İtilaf devletleri, Lozan’da da Türkleri azınlık olarak tanımlama ısrarında bulundular. Türkiye buna karşı çıktı ve Türkiye’de Müslüman azınlık bulunmadığını ısrarla iddia etti. Sonuçta da bu kabul edildi; ama demek ki 80 yıldan beri, Avrupa’nın bilinçaltındaki azınlık tanımlaması ortadan kalkmış değil. Şimdi bu nasıl bir etki yapar? AB, sürekli Kürt hakları duyarlılığını sergilediğinde, farklı toplum kesimlerinden buna yönelik tepkiler oluşur. Mesela bir ara Başbakan dedi ki, “Niye her gelen Diyarbakır’a gidiyor; ben de cezaevinde yattım, niye bir tanesi beni ziyarete gelmedi?” Şimdi bu aslında spontane bir tepkidir ve halkın da buna benzer tepkileri vardır. Ve bir toplum kesiminin Avrupa tarafından özel olarak korunuyor gözükmesi, en azından fay hatlarını derinleştirici sonuçlar ortaya çıkarır. Aleviliğin bu anlamda devreye sokulması da, benzerî sancıları ortaya çıkaracaktır. O zaman, “Biz etle tırnak gibi birbirine bitişmiş toplumlarız” söylemi de, zemini kalmamış bir düşünce gibi algılanmaya başlanacak; ortak zeminlerin kaybolduğu bir yapı ortaya çıkacak.
Yönetici elit açısından düşünüldüğünde AB’ye giriş, ayrı bir paradoks doğuruyor sanki. Cumhuriyet’in iki önemli ilkesi olan “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” ile “millî hakimiyet” arasında bir tercih yapmak gerekirse, Türkiye’deki merkezî yönetim bu sorunu nasıl çözebilir?
Muasır medeniyet seviyesine çıkmak, aslında Tanzimat döneminde de seslendirilen bir şey. Eğer çağdaş uygarlık, muasır medeniyet seviyesine ulaşmak, AB ile bütünleşmek olarak algılanıyorsa -ki son gelinen nokta odur- o tercih edilecektir. Onun fikrî zemini zaten hazırlanıyor. Artık küresel bir dünya söz konusu. Sınırların izafî hale geldiği bir dünya söz konusu. Ülkelerin ekonomik açıdan birbirine bağlandığı, uluslararası şirketlerin ulus yapısını aştığı, çok daha egemen hale geldiği bir yapı… Dolayısıyla ulusal egemenliğin büyük bir nispette aşıldığı gibi bir fikrî zemin oluşuyor zaten. Şu da söyleniyor: AB’ye girmiş olan ülkeler de kendi egemenliklerinin belli ölçülerde sınırlanmasını kabul etmişlerdir. Ben orada bir sorun çıkacağını sanmıyorum. Şu anda belli kesimlerde bir direnç var; ama onun uzun vadede sorun çıkaracağını sanmıyorum. Sadece şu önemli: AB’de eşit bir temsil imkanına kavuşabilmek. Bunun için de Türkiye’nin diri durması, kendine güvenmesi gerekiyor. “Lütfen beni alın” psikolojisinden çıkıp, “ben de büyük bir dünyanın üyesiyim; sırtımı ona dayamışım” diyebilmeli. Bunun için de “stratejik derinlik” çerçevesinde kendimizi bir büyük dünyanın, farklı bir medeniyetin temsilcisi olarak görmek gerekiyor. “Bizi lütfen alın; almazsanız perişan oluruz, biz Orta Doğu’da ne olacağız?” gibi bir telaşla girerseniz, ayrı bir muamele görürsünüz.
Özellikle AB konusunda halkın dış politikayla ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin, Ankara’nın elini güçlendirici bir etki yapabilir mi halk?
Aslında yapıyor da. Mesela Kıbrıs konusunda halkın duyarlılığı bence hükümetin pazarlık gücünü arttıran bir şey oldu. Bunlardan yararlanmak lazım. Çünkü bazen de bu tür duyarlılıklar, muhalefetler zararlı gelişmeler olarak yorumlanıyor. Mesela yazdığım bazı yazılar muhalefet gibi algılanıyor. Hâlbuki birilerinin muhalefet de etmesi lazım. Böylece Ankara, “bakın, bizim toplumumuzda şöyle bir taviz asla kabul edilemez” diyebilme gücü kazanır. Sadece iktidarın değil, toplumun kırmızı çizgileri de önem arz ediyor. “Ben bunu halkıma izah edemem” diyeceksiniz. Hatta bazen muhalefeti siz üreteceksiniz. Böylece manevra alanı genişlemiş olur.
Paylaş
Tavsiye Et