DOĞU Konferansı’nın 9-13 Kasım 2005 tarihlerinde gerçekleştirilen İstanbul Buluşması’nda tartışılan ana konulardan biri ‘direniş ve direnişin meşruiyeti’ydi. Hemen her platformda benzer tartışmalara rastlıyoruz. Irak’ta ‘direniş’ adına patlayan bombalar sonucunda yüzlerce ve hatta binlerce sivil insan ölüyorsa bu tür tartışmaların olması doğal aslında.
Doğu Konferansı İstanbul Buluşması’nda günler süren müzakereler sonucunda varılan sonuç, “Her türlü işgale ve her türlü baskı ve sosyal adaletsizliğe karşı meşru direniş ile halkların güvenliğini tehdit eden terör arasında kesin bir ayrım yapmak şarttır” şeklindeydi. Belirsizliğin giderildiğini söyleyemeyiz. “Meşruiyet”in sınırları konusunda uzlaşabilmek o kadar da kolay değil çünkü. Filistin’deki intihar saldırılarının meşruiyet açısından hâlâ tartışıldığını unutmayalım.
Irak’taki direnişe görece uzak olan Türkiye ve diğer İslam ülkelerinde ‘direniş’ üzerine sürdürülen tartışmalara, Irak’ta rastlamadık. İlk söylediğimizle çelişkili gibi görünecek ama bu da doğal ve anlaşılabilir bir durum. Ülkeleri işgal altındayken Iraklıların kavramsal tartışmalara çok da vakit ayırmalarını bekleyemiyorsunuz.
Ekim ayında Irak’taydık. Kerkük’te ve “Sünni direnişin merkezi” diye nitelendirilen Musul’da. Musullulara “Neden direniş?” veya “Irak’taki direniş meşru mu?” şeklinde soru yöneltebilir misiniz? Musulluların büyük bir bölümü direnişin içerisinde zaten; esnafı, tüccarı, doktoru, mühendisi, öğrencisi, öğretmeni ve hatta devlet görevlisi.
Hava karardığı an güvenlik nedeniyle sokakların boşaldığı, cami ve hastanelerin bile ABD üssü haline geldiği bir yer burası. Her gün saatlerce süren çatışmalar oluyor.
“Neden direniş?” sorusunu Musul’da değil ama Kerkük’te sorma fırsatı bulduk. Bu soru hiç de anlamlı gelmiyor birçok Iraklıya. “Neden direnmeyelim?” ya da “Neden şimdiye kadar direnmiyorduk?” şeklinde karşılık veriyorlar soruya. İşgal altındaki bir ülkede işgalcinin defedilmesi için genç-yaşlı ve kadın-erkek herkese görev düştüğünü düşünüyorlar.
Beş günlük bir seyahat sonucunda edinilen izlenimlerle direnişçilere dair doğru ve net tespitlerde bulunmak zor. Konuşulanlardan ve size anlatılanlardan bir kanaate varmaya çalışıyorsunuz ancak.
Irak’ta Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı Tel Afer kenti, 5 Eylül 2005’te Amerikalı güçlerin ve Irak yönetiminin saldırılarına maruz kaldı. Kente günlerce bomba yağdırıldı ve 400 bin nüfuslu kent neredeyse boşaldı.
Direnişçilerle ilgili bilgilerimizin çoğunu bu saldırılar sırasında Tel Afer’den ayrılmak zorunda kalan ve bir süredir Kerkük’te yaşayan bir direnişçiden aldık. 400 bin nüfuslu Tel Afer’in %65’i Sünni, %35’i ise Şii. Tel Aferli bir direnişçinin verdiği bilgilere göre kentte Sünnilerin %90-95’i direnişi destekliyor. Silahları da yeterince var. Bu nedenle “Amerikalılarla 10 yıl daha savaşabilirler.”
Suriye’nin ve başka bazı Müslüman ülkelerin farklı siyasî hesaplarla direnişi desteklediğine dair Türkiye kamuoyundaki ve dünyadaki yaygın kanaati ise hiç önemsemiyorlar. “Türkiye, Suriye, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi Müslüman ülkelerden yardım gelebilir, hatta gelmelidir” diyorlar. Başta Irak Devlet Başkanı Celal Talabani ve Irak Başbakanı İbrahim Caferi olmak üzere halihazırdaki Iraklı yöneticilerin ABD’yle, İngiltere’yle işbirliği yaptığını hatırlatıyorlar.
Direnişin el-Kaide ve Ebu Musab ez-Zerkavi’nin kontrolünde olduğu yönündeki yaygın görüş gerçekleri yansıtmıyor. En azından görme fırsatı bulduğumuz Kerkük, Musul ve Tel Afer’in çevresinde durum böyle değildi. “Tekfirci” olarak değerlendirilen el-Kaide mensuplarının sayısının çok az olduğu belirtiliyor.
Tel Aferli direnişçinin anlattığına göre Tel Afer’de bile birbirinden farklı birçok direniş grubu var. Kendilerini “vatanseverler” olarak adlandıran bir grup var mesela. Tel Afer bir Türkmen kenti ve doğal olarak buradaki Türkmen milliyetçiler de direnişin içinde olduğu gibi Mısır’daki İhvan-ı Müslim’in düşüncesindeki İslamcılar ile Rufaî, Kadirî ve Nakşibendî tarikatının dervişleri de direnişi destekliyor.
El-Kaide dışındaki direnişçilerin eylem ve saldırı biçimleri birbirine benziyor. Rufaî, Kadirî ve Nakşîler sadece Amerikalı askerlere saldırıyorlar. Iraklı polis veya askerleri ise sadece kendilerini korumak amacıyla vuruyorlar. Milliyetçiler ile “vatanseverler”in hedefi de aynı şekilde sadece Amerikan askerleri.
El-Kaide mensupları, işgal güçlerinin yanında Iraklı polisleri ve Irak Ulusal Muhafızları’nı da öldürüyorlar. Çünkü onlara göre Amerikalılarla işbirliği yapan herkes onlarla aynı konumda. Televizyonlara yansıyan kafa kesme görüntülerinin sorumluları ise daha çok fidye için adam kaçıran çeteler.
Eğer direnişçiler sadece Amerikalı askerlere saldırıyorlarsa, bombalı saldırılar sonucunda her gün onlarca sivilin hayatını kaybetmesi neyle açıklanacak? Sivillere yönelik saldırıları kim, neden tertipliyor öyleyse?
Bu soruların net bir cevabı yok. Ortalama Iraklıya ve direnişçilere göre sorumlu, başta ABD ve İsrail’inki olmak üzere istihbarat örgütleri. Medyaya yansıyan haberlerin satır aralarından bu suçlamaları destekleyecek bilgiler bulmak da zor değil. Fakat unutulmaması gereken bir şey var: Amerikan işgali, Irak’taki Kürtlerin ve Şiilerin bir bölümünün desteğiyle mümkün olabildi/olabiliyor. Başka bazı destekler de oldu ama en önemli destek Kürtler ve Şiilerden. Irak’taki pozisyonlarını kaybetmiş olan bazı Sünnilerin yeni durumlarını yadırgayıp, Kürtlere ve Şiilere kin duymaları uzak bir ihtimal değil. Açıkça söylemek gerekirse Irak’ta bir iç savaş tehlikesi çok yakın. Hatta görüştüğümüz kişilerin gündemi her zaman işgal değil. Tel Aferli Sünni direnişçinin bize artık Şiilerle bir arada yaşayamayacaklarını söylemesi sadece bir örnek. Araplar Kürtlerden nefret ediyor. Zaho’da konuştuğumuz Kürtler de Araplardan. Sünniler Şiilerden nefret ediyor; Şiilerle görüşemedik ama büyük bir ihtimalle onlar da Sünnilerden nefret ediyor. Bu nefret, sivil katliamların ve saldırıların, gözlemleyebildiğimiz kadarıyla önemli bir sebebi. Direnişçiler veya “direnişçiyim” diyenler her ne kadar “sadece Amerikalı askerlere saldırıyoruz” diyorlarsa da bombalı saldırılar sonucunda ölen siviller öteki mezhep ya da etnik gruptansa üzülmüyor, belki de seviniyorlar: “Çünkü onlar işbirlikçi.”
Amerikalılar Irak’ı terk etse Irak’ı uzun süre terk etmeyecek bir sorunla karşı karşıya kalabiliriz: Iraklıların birbirlerine tahammül edemeyecek bir duruma gelmesi. İşgalin böyle de bir sonucu olabilir mi? Ya da direnişin?
İstanbul ve diğer Müslüman şehirler, bu sorunu tartışmak ve çözüm bulmak zorunda.
Paylaş
Tavsiye Et