Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
İran-Batı gerginliğinde yeni aşama
Hakkı Uygur
SON birkaç aydır sürekli olarak Avrupa ülkelerinden somut bir teklif gelmediği takdirde nükleer faaliyetlerinin bir kısmına yeniden başlayacağı uyarısında bulunan ve bu konuda ciddi olduğunu göstermek için sık sık sivri çıkışlar yapan İran, geçtiğimiz yıl “gönüllü olarak” askıya aldığını ilan ettiği nükleer araştırmalara yeniden başlama kararı aldı. İran’ın bu kararına en sert tepki, yaklaşık bir yıldır müzakereleri sürdürdüğü Avrupa troykası olarak adlandırılan Almanya, Fransa ve İngiltere’den geldi.
ABD’nin konuyu BM Güvenlik Konseyi’ne götürme isteğine şimdiye kadar karşı olan ya da en azından öyleymiş gibi görünen Avrupa ülkelerinin, bunu kabul ettiklerini açıklaması aslında fazla şaşırtıcı değil. Zira ne ABD’nin ne de AB’nin ideolojisi Batı’nın bölgedeki çıkarlarını tehdit eden İran gibi bir ülkenin nükleer teknolojiye sahip olmasını kabul etmesini beklemek safdillik olurdu herhalde. Batı’nın bölgede oldukça hassas olduğu İsrail’in güvenliği gibi konularda Tahran’ın son zamanlarda yaptığı keskin açıklamalar dikkate alınacak olursa, Avrupa ülkelerinin aldıkları bu karar daha anlaşılır hale gelecektir.
Ancak bu noktada, kameralar önünde “İran dosyasının Güvenlik Konseyi’ne gönderilmesi konusunda tam bir görüş birliği içindeyiz” şeklinde açıklama yapan Avrupalı liderlerin -en azından bazılarının- ciddi bir tereddüt ve isteksizlik içinde oldukları da gözlerden kaçmıyor. Zira Clinton döneminden beri İran’la doğrudan hiçbir ticarî ilişkisi olmayan ABD’nin aksine, başta Fransa olmak üzere Avrupa ülkelerinin bu ülkeyle ciddi ticaret ilişkileri ve yatırımları bulunuyor. Hatemi döneminde D’Amato Yasası olarak bilinen ve İran’a 20 milyon dolardan fazla yatırım yapan tüm şirketlerin cezalandırılmasını öngören ABD kararını dikkate almayan bazı Avrupa şirketlerinin, başta petrol ve otomotiv olmak üzere çeşitli alanlarda İran’a büyük yatırımlar yaptıkları biliniyor. Diğer yandan son yıllarda petrol fiyatlarındaki artışa paralel olarak İran’ın gelirlerinin artması ve geri kalmışlığını telafi edebilmek için özellikle enerji ve altyapı alanlarında büyük projelere girişmesi Batılı şirketlerin iştahını kabartıyor. Bu nedenle Avrupa ülkelerinin konuyu Güvenlik Konseyi’ne götürmekteki amaçları, yalnızca İran’a gözdağı vermek ve bir ölçüde ABD ve İsrail’i tatmin etmek olarak değerlendirilebilir.
Aslında uluslararası diplomasi açısından İran dosyasının Güvenlik Konseyi’ne gidip gitmemesinde belirleyici olan ülkeler Avrupa ülkeleri değil, Rusya ve Çin. Bu iki ülke gerek Batı’nın karşısında yeni bir güç merkezi olmaya yönelik uzun vadeli politikaları, gerekse de İran’la olan ticarî ilişkileri -ya da Çin’in İran enerjisine olan bağımlılığı- gibi kısa ve orta vadeli çıkarları nedeniyle belirgin şekilde İran karşıtı tavır almamaya özen gösteriyor. Nitekim New York Times’ın haberine göre bu durumun farkında olan ABD yönetimi, konunun Güvenlik Konseyi’ne gitmesini veto etmemesi için Rusya’ya İran’a karşı ekonomik bir yaptırım çıkmayacağına dair garanti vermiş. Ancak önce Rice’ın, ardından Merkel’in Putin’le görüşmelerinde bu hususta somut bir gelişme kaydedilemedi. Bilindiği gibi Rusya’nın, İran’ın nükleer enerji konusundaki ana kaynağı olmasının yanı sıra, iki ülke arasında silah ve uzay sanayii gibi stratejik alanlarda yakın bir işbirliği bulunmakta. Nitekim İran karşıtı havayı yumuşatmak isteyen Rusya, İran’a bir teklif götürerek nükleer görüşmelerin kilit noktasını oluşturan uranyum zenginleştirme çabalarının İranlı bilim adamlarınca Rusya’da gerçekleştirilmesi önerisinde bulundu. Öneri İranlılar tarafından inceleniyor.
Öte yandan aslında Avrupa ülkeleri, Güvenlik Konseyi’nin İran’a karşı muhtemel yaptırımları konusunda nasıl bir tutum izlemeleri gerektiğine tam olarak karar vermiş değiller. Zira başta petrol satışının engellenmesi olmak üzere ekonomik yaptırım içermeyen kararların İran’a hiçbir etkisi olmayacağının, aksine dosyanın Konsey’e gitmesinin İran’ı daha da radikalleştireceği gibi, İranlı yetkililerin yurtdışı ziyaretlerinin engellenmesinin ya da bu ülkeye ileri teknoloji ürünü malların satışının yasaklanmasının İran’ı daha da kararlı hale getireceğinin farkındalar. İran zaten yıllardır Batılı ülkelerden stratejik öneme sahip sivil sanayi ürünlerini bile satın alamamakta. Yaklaşık beş yıl önce Hatemi’nin Fransa ziyareti sırasında sipariş edilen ancak ABD’nin baskıları yüzünden Fransa tarafından satışından vazgeçilen Airbus uçakları bu konuya güzel bir örnek. Öte yandan bu ülkelerin hiçbirisi İran’la ticarî ilişkilerinin zarar görmesini istemiyor. İran’ın siyasî konularda ekonomik silahları kullanması durumunda Avrupa ülkelerinin çıkarları büyük zarar görecektir. Nitekim İran’ın geçtiğimiz aylarda, IAEA’daki tutumlarından dolayı Güney Kore mallarının ülkeye girişini geçici olarak engellediği göz önüne alınırsa, Avrupalı şirketlerin korkusunun nedensiz olmadığı görülecektir. Daha şimdiden İran’ın Avrupa bankalarındaki paralarını Uzak Doğu’ya kaydırdığı yönünde haberler çıkmaktadır. İran Merkez Bankası Başkanı Şeybani’nin yalanlamasına karşın İran’ın ABD’den sonra Avrupa’daki döviz rezervlerini de kaybetmeyi kabulleneceği düşünülmemelidir. Hatırlanacağı gibi devrimden sonra ABD’deki mal varlığı dondurulan İran, hâlâ paralarını bu ülkeden alabilmiş değil ve bu konu ABD ile İran arasındaki her müzakerede gündemin ilk maddelerinden birisini oluşturuyor.
Kuşkusuz İran konusu yalnızca Güvenlik Konseyi’ndeki ülkeleri ilgilendirmemekte. Konu, önde gelen “üçüncü dünya ülkeleri” tarafından da ciddiyetle izlenmekte ve bu ülkelerden İran’a önemli destekler gelmekte. Bu ülkelerin temel söylemleri ise İsrail, Hindistan ve Pakistan gibi NPT’yi (Nükleer Silahların Yayılmasını Engelleme Anlaşması) dahi imzalamayan ülkelerin nükleer silahlara sahip olması engellenmez hatta teşvik edilirken, İran gibi NPT üyesi ve bütün faaliyetlerini kurumun denetçilerinin gözetiminde sürdüren bir ülkeye karşı takınılan tutumun tamamen siyasî olduğu yönünde.
Bir yandan İran’a saldırması durumunda ABD’ye petrol ihracını kesebileceği tehdidinde bulunan Venezüella lideri Chavez ve Küba lideri Castro’nun İran’ı destekleyen açıklamaları, diğer yandan önce Hamas’ın siyasî birim başkanı Halid Meşal’in ve ardından (bazılarının nedense İran’la mesafeli olduklarını vehmettikleri) Iraklı genç radikal Şii din adamı Mukteda es-Sadr’ın İran’a giderek muhtemel bir saldırı durumunda kendilerinin de etkinlik alanlarında savaşa gireceklerini açık bir dille ifade etmeleri, Richard Falk’ın “ABD’nin İran’a saldırması durumunda bir medeniyetler savaşı çıkabilir” ifadesinin yalnızca Batı-İslam değil, bir Batı-öteki çatışması dahi yaşanabileceği ihtimali olarak okunabileceğini gösteriyor.
İran’ın Irak üzerindeki ezici nüfuzu son seçimlerden sonra bir kez daha gözler önüne serildi. Kanaatimize göre uluslararası kamuoyunu ya da Avrupalı ve Doğulu ülkeleri ikna etmekten çok Irak’ın içindeki bu durum ABD’yi düşündürmekte. Bu bağlamda ABD’nin İran ve doğal olarak Iraklı Şiilerle arasındaki gerilimin artması durumunda, ABD ile Baas güçleri arasındaki ilişkiler de belirli oranda düzelecek denilebilir. Aynı şekilde son dönemlerde biraz da Rusya’nın hamleleriyle sürekli gündeme gelen enerji meselesinin uluslararası diplomaside daha ağırlıklı bir rol oynayacağının belli olması da İran’ın elini güçlendiren unsurlardan. Nitekim yalnızca İran dosyasının Güvenlik Konseyi’ne gitmesinin bile petrol fiyatlarını 100 dolar sınırına çıkaracağı tahmin ediliyor ki, bu durum sanayileşmiş ülkeler için bir kâbus.
 

Paylaş Tavsiye Et