GEÇTİĞİMİZ ay Türkiye Nobel ödüllü bir iktisatçıyı ağırladı. Robert Mundell, üniversitede giriş seviyesinde dahi olsa, ekonomi dersi almış olanların hatırlayabilecekleri bir isim. Özellikle uluslararası sermaye hareketleri ile ilgili yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Artık standart ders kitaplarına girmiş olan Mundell-Fleming modelinin baş mimarı.
Söz konusu model, farklı kur rejimleri altında makroekonomik dengenin seyrini inceliyor. Sermaye hareketlerinin serbest sayılabileceği bugünün dünyasında modelin çıkarımı ilginç bir kavramla ifade ediliyor: İmkânsız Üçlü. Kimi zaman ikilemden bozma “üçlem”, kimi zaman da “Kutsal Teslis”e nispetle “Lanetli Teslis–Unholy Trinity” olarak da anılan bu kavram, modelin bir arada bulunması mümkün olmayan üç politika ayağına işaret ediyor: Sermaye hareketleri, faiz oranları ve döviz kurları. Modele göre, sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda hem faiz oranlarını, hem de kurları kontrol edemezsiniz.
Mundell, Türkiye’de verdiği seminerde kurmuş olduğu bu teorik zeminin uzantısı olan tavsiyelerde bulundu. Enflasyonla mücadele politikalarının uygulandığı tüm ekonomilerde, sürecin sonunda yerel paranın aşırı değerli olduğunun tespit edilebileceğini söyleyerek, eninde sonunda döviz kurlarının yukarıya çıkmasına izin verilmesi gerekeceğini iddia etti. Şüphesiz ki, Mundell yaklaşımının belli bir haklılık payı var. Zaten uzunca bir müddettir piyasalardan döviz toplayan Merkez Bankası’na, piyasaya bu sayede sürdüğü likiditeyi borçlanarak geri çektiği ve böylece faiz oranlarının düşmesine izin vermediği için çeşitli kesimlerden tepki geliyor. Ancak bu iyi niyetli tepkiye Merkez Bankası’nın müspet cevap vermesi, enflasyon hedeflemesi programından vazgeçmesi demek. Diğer bir değişle, Merkez Bankası hem kurları, hem de enflasyon hedeflemesinin “biricik” aracı olduğu düşünülen faiz oranlarını kontrol edemez. Mundell’in de belirttiği gibi ya enflasyon hedeflemesi politikasını güdeceksin, ya da kur hedeflemesini. İkisi birden mümkün değil.
Serbest kur rejiminde, kurları piyasalar belirler. Eğer ödemeler bilânçosunun dengesi fazla veriyorsa, yani ülke içindeki döviz rezervleri artıyorsa, tabii olarak kurlar aşağıya doğru seyredecektir. Ancak kurların düşük seyretmesinin ihracatı menfi, ithalatı müspet etkilediği, dolayısıyla cari açığı artırdığı ifade ediliyor. Kurlara yukarı yönde bir müdahale isteyenler, bu sayede cari açık meselesinin de halledilebileceğini savunuyorlar.
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Dış ticaret dengesini etkileyen unsur, kurların seviyesi değil, kurların seviyesindeki reel değişimdir. Türkiye’deki enflasyonun, sözgelimi Avrupa Birliği’ndeki enflasyona yakın seyrettiği bir ortamda kurların değişmemesi, Türkiye’nin dış ticaretini etkilemeyecektir. Diğer yandan kurların yukarı doğru seyri, enflasyon farkının altında kalıyorsa, dış ticaret açığımız artabilecektir. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Enflasyonun düşmesi, dış ticaret dengesi açısından en az kurların yükselmesi kadar etkilidir.
Kurlara müdahalenin tahmin edildiği gibi kolay olmadığı bir ortamda, enflasyonla mücadelenin önemi daha iyi anlaşılmalıdır. Bununla birlikte, illa ki kurlara yönelik bir politikamız olması gerektiğine inanıyorsak, bunu daha farklı bir çerçevede düşünmemiz lazım. Zira kurların seviyesi, ülke içinde biriken dövizi nasıl kullandığımıza bağlı olarak değişiyor. Bugün ülkeye akan döviz, nihai olarak ya ithalatın finansmanı için kullanılıyor, ya da atıl rezerv olarak birikiyor. Bundan sonra belki de, bu atıl rezervleri kullanma imkânlarını zorlamamız gerekiyor. Burada uygulama kolay değil; zira ülke bilânçosunun aktifinde duran bu rezervlerin pasifteki karşılıklarının mahiyeti, rezervlerin etkin bir şekilde kullanımını büyük ölçüde kısıtlıyor. Ancak yine de bu alternatif üzerinde çalışılmalıdır. Sözgelimi, Türk yatırımcısının yurtdışına yatırım yapmasından rahatsızlık duymamamız gerekiyor.
Öte yandan, cari açığın bir problem teşkil etmediğini de savunamayız. Bu çerçevede öncelikle cari açığın, sadece bir fiyat meselesi olmadığına kendimizi inandırmamız lazım. Cari açık meselesinin kalıcı çözümü, kurlarla oynamaktan geçmiyor. Çözüm, ekonomiyi daha çok döviz üretir bir noktaya getirmektir. İthalata dayalı ihracatımızın yapısı, burada büyük bir atılım için fazla müsait gözükmüyor.
Bir alternatif Türkiye’nin hizmet ihracında yatıyor. Hizmet sektörünün bugünün Türkiye’sinde çözüm olabilecek kayda değer üç özelliği var. Bunlardan ilki, sektörün istihdam oluşturucu özelliğidir. Nihayetinde hizmet sektörü, büyük ölçüde insan emeğine dayanıyor. Tabiatıyla Türkiye’nin işsizlik sorununun çözümüne, özellikle de tarım kesimi işsizlik üretmeye devam ettikçe, ciddi bir katkı sağlayabilir.
Altı çizilmesi gereken ikinci husus, hizmette kalite ve farklılığın önemidir. Hizmet kalitesinin seviyesi, hizmetin ne kadar kalıcı olacağını da belirler. Burada da işin içine insan unsuru giriyor. Kaliteli hizmet ile eğitim arasında sıkı bir ilişki var. Son olarak, hizmet sektöründe katma değeri belirleyen unsur maddî girdiler değil. Tabii olarak sektörün ithalata olan bağımlılığı da sanayiye nispetle hayli düşük. Bu da hizmet sektörüne yoğunlaşmak için bir başka sebep.
Türkiye, özellikle belli bazı hizmet kollarında ciddi bir katma değer üretimi sağlayabilir. Turizmi ele alalım. Bugün ülkemiz tarih, kültür, coğrafya ve iklim açısından dünyanın turizme en elverişli ülkeleri arasında yer alıyor. Tek başına bu altyapı bile, turizmi ülke ekonomisinin başlıca lokomotifi haline getirebilir. Ama biz, Türkiye’nin yabancılar için “ucuz” bir ülke oluşunu pazarlıyoruz dünyaya. Buna rağmen Türkiye, ölçeği nispetinde, dünyanın en az turist çeken ülkelerinden biri. Turizm gelirlerimiz kültür, sanat, kongre, uluslararası spor aktiviteleri ve tematik yerel turizme ağırlık vererek artırılabilir.
Türkiye’nin potansiyel hizmet ihraç alanları arasında finansal hizmetler, nakliyecilik, sigortacılık, reklamcılık, gayrimenkul ve bilişim teknolojilerini de sayabiliriz. Yine bu çerçevede, özellikle Körfez ülkelerine yönelik, sağlık ve eğitim hizmetlerini de eklemek gerekir. Kendi vatandaşımıza olan güvensizliğimiz sebebiyle bir türlü düzeltmeye yeltenmediğimiz sağlık ve eğitim sektörlerinde atılacak ciddi adımlar, ülkenin bu alanlarda da yabancılara hizmet verecek bir noktaya ulaşmasını sağlayacaktır.
Kurlar ve fiyatlar birer göstergedir. Meselelerimiz ise yapısal. Yapısal meseleleri halletmek için önce kafalarımızı onarmamız gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et