“FIRSATLAR keldir. Karşınıza çıkınca onları sakalından yakalayın. Geçip gidince arkadan tutamazsınız.” Bu Bulgar atasözü Türk insanının olaylara yaklaşımını tarif ediyor sanki. Fırsat kollamak, Türk’ün damarlarına işlemiş milli bir haslettir. İster trafikte olsun ister müşteri avında, hemen her zaman gözünü dört açmış insanlar vardır etrafımızda. Herkes bu kadar uyanık olunca, tabiatı icabı arada bir çıkan fırsatlara hep beraber saldırmak âdetten sayılıyor bu ülkede. Sonuçta trafik çorbaya, sahiller otel çöplüğüne, Bursa dokuma tezgahı mezarlığına, şehirlerarası yollar otobüs pistine dönüşürken fırsatı fırsat yapan nadideliğin Tahtakale’de kırk bin kopyasını çıkarıyoruz. Tabiatıyla fırsat, kimseye yâr olmadan sakalı yolunmuş bir vaziyette ülkemizden ilk uçakla kaçıyor.
Kolaydan köşe dönme içgüdümüzün sabır, araştırma ve uzun vadeli yatırım gerektiren alanlarda ülkemizi geri bıraktığını rahatlıkla iddia edebiliriz. Başkasının yıllarını ve servetini harcayarak ürettiğini taklit ederek nemalanma kolaycılığına kaçma huyumuz yüzünden alın teri ve geleceğe yatırım gibi kavramlar değer yitirdi. Oysa bu davranış tarzımızın çok daha fazla fırsatı tepmek olduğunu hiçbir zaman idrak edemeyeceğiz.
Şimdilerde yeni bir fırsat herkesin gözünü kamaştırıyor. Hemen yanı başımızdaki petrol zengini ülkelerde biriken paracıklar rüyalarımızı süslüyor. Devletimiz, petrodoların peşine düştü ya, işleri düzgün gitmeyip de tezgahını ederinin üzerinde satmak isteyenden tutun, arsası üzerine konacak heyula gökdelenleri hayal edenlere ve hatta bu işten nasıl yeşil sermaye haberi çıkarırım diye dört dönen gazeteciye kadar herkes Arap sermayesinden medet umuyor artık.
Körfez sermayesi Türkiye’de sihirli ve biraz da mistik anlamlar içeren bir kavram olarak dolaşıyor ağızdan ağza. Sihirli, çünkü ülke ekonomisini ihya edecek etkili bir hap olarak algılanıyor ve bu yüzden de gündemden düşmüyor. Mistik, çünkü Körfez sermayesinin ne olduğu, ne anlama geldiği, ülkemize nasıl geleceği, gelirse ekonomiyi nasıl ihya edeceği pek bilinmiyor.
Özellikle 11 Eylül’ün ardından artan petrol fiyatlarının da katladığı petrodolarlar, sadece anavatanına dönerek Körfez ülkelerini ihya etmekle kalmadı, yavaş yavaş çevre ekonomileri de etkisi altına aldı. Bu meyanda özellikle bu ülkelerle ticari veya taahhüde dayalı hizmet ilişkisi bulunan ülkeler, bölgedeki bu yükselişten nasipleniyor. Bu çerçevede bu ekonomilere yavaş da olsa bir sermaye akışı gözlemleniyor. Özellikle Kuzey Afrika ve Güneydoğu Asya, Arapların ilgisinden oldukça memnun gözüküyor.
Arapların Türkiye’ye ilgisinin ise nispeten daha az olduğu gözlemleniyor. Bunun tarihî gerekçeleri var. Her şeyden önce Türkiye özellikle 90’lı yıllarda ciddi krizlerden geçmiş bir ülke ve bu, istikrarı seven Arapların gözünü korkutuyor. Ama daha da önemlisi, Arap yatırımcıların Türkiye ile acı hatıraları var: 80’li yıllarda Türkiye’ye inanarak gelen ve ülkemizle ticari, turistik ve yatırım amaçlı ilişkiler kurmaya hevesli Arapların, fırsattan istifade, sakallarını yolmuşuz zira.
Veriler de bu hevesin tıkanışını oldukça güzel özetliyor. 1970’lerin başında Türkiye’nin Arap ülkelerine olan ihracatı 47 milyon dolar seviyesindeydi. Bunun 39 milyonu Ortadoğu’ya, 8’i de Kuzey Afrika’ya yönelikti. 70’lerin sonuna doğru bölgeye olan ihracat hacmimiz yedi kat arttı. Aynı dönemde toplam ihracatımızın sadece üç kat arttığı göz önünde tutulursa, bu artış oldukça kayda değerdi. Bunda bölgeden petrol ithalatının artmasının önemli bir katkısı olduğu tahmin edilebilir. Toplam ithalatımızın yıllık olarak ortalama %18 arttığı bir dönemde bölgeden ithalatımızın %30’lara ulaşmasında da petroldeki fiyat artışının ciddi bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden 70’li yılları tabii bir açılım değil, zorunlu bir ticari ilişki dönemi olarak değerlendirmek gerekir.
Arap ülkeleri ile ciddi anlamda ilk yakınlaşma, Turgut Özal’lı yıllara denk düşüyor. Petrol fiyatlarındaki gerilemeye paralel olarak toplam ithalatımız içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan yapılan ithalatın payı giderek azalırken, bölgeye yaptığımız ihracat her yıl yaklaşık %14 civarında önemli bir artış kaydetti. 80’lerin ortasına geldiğimizde Arap ülkeleri ile yaptığımız toplam ticaret Türkiye aleyhine açık vermekten çıktı, dış ticaret fazlası verilmeye başlandı. Bununla birlikte aynı dönemde Avrupa’ya da açılan ihracatçımız, bölgeye olan ihracatın payını toplam içinde %20’den 80’lerin sonunda %13’ler seviyesine kadar geriletti. Yine bu dönemde Türk müteahhitlerin Arap ülkelerinde iş aldıklarını ve Arap sermaye sahiplerinin de Türkiye’ye yatırım yaptıklarını görüyoruz. Körfez sermayeli faizsiz bankacılık modelinin Türkiye’ye getirilmesinde ise bizzat Turgut Özal’ın özel gayretlerinin olduğu biliniyor. Ticari ve yatırım amaçlı gelişen bu ilişkiler, tabiatıyla beraberinde Arapların turistik amaçlı ziyaretlerini de getirmiş; özellikle İstanbul, başta Suudi Arabistan olmak üzere bölgeden gelen turistlerle kaynar olmuştu. Arapça bilmek o yıllarda ciddi prim yapmış, Arapların pek rağbet ettiği Sarıyer gibi semtlerde emlak piyasasına Arap bereketi düşmüştü.
Bu sıcak ilişkiler 90’larda bir anda soğudu. Arap turistlerin ülkemizden kaçmasında fırsatları anında yiyip bitiren yaklaşımımız kadar, o yıllarda yatırım amaçlı gelen sermayenin önemli bir kısmının yanlış projelerle heba olmasının da önemli bir katkısı var. Tabii sürecin kötüleşmesinde Türk müteahhitlerin ve işçilerin Arap ülkelerinde kimi zaman karşılaştıkları sıkıntıların da etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak her şey bir yana 90’lar, hem Türkiye’nin hem de önce İran-Irak Savaşı, ardından Irak’ın Kuveyt’i işgali ile zor durumda kalan Körfez ülkelerinin kendi içlerine kapandıkları yıllardı. Üstelik ikide bir patlak veren ekonomik ve siyasi krizlerle çalkantılı bir süreçten geçen Türkiye, ana dış ticaret ortağı olarak AB ile imzaladığı Gümrük Birliği sebebiyle diğer ülkelerle ticaretinde ciddi bir duraklama dönemine girmişti. Bu yıllarda Arap ülkeleriyle ticaretin yıllık bazda sadece yaklaşık %5 arttığını, ithalatın ise %2 civarında azaldığını görüyoruz. Bölgenin toplam dış ticaretimiz içindeki payı da hızla azalmıştı. 80’lerde bir ara %20’ye ulaşan bu pay, 1999’da %7’ye kadar gerilemişti.
Özellikle 2003’ten itibaren Körfez ülkeleriyle ticari işbirliği imkanlarının yeniden arttığını görüyoruz. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya ihracatımız, son yıllarda toplam ihracatımızdan daha yüksek bir artış kaydediyor; ancak özellikle Çin’den gelen ithalat sebebiyle, artan petrol fiyatlarına rağmen, toplam dış ticaret içinde bölgenin payı hâlâ oldukça düşük. Yine de ticaretteki bu artış ve Türk müteahhitlerin, bu sefer çok daha bilinçli bir şekilde bölgeye yeniden yönelmesi, yavaş yavaş yatırımların da ülkemize gelmesi için uygun bir zemin hazırlıyor. Bu ortamın bu sefer sağlıklı bir şekilde tesis edilmesi, uzun soluklu, samimi ilişkilerin ve güven esasının oluşturulmasını gerektiriyor.
Paylaş
Tavsiye Et