Söyleşi: Rumeysa KIGER
Amerikalı uluslararası hukuk profesörü Richard Falk, Amerikan dış politikası ve askerî müdahaleleri, Filistin-İsrail problemi, 1979 İran İslam Devrimi ve 11 Eylül olayları gibi kritik konularda Amerikan siyaset ve akademi çevrelerinde hâkim görüşe karşı takındığı muhalif tavrı ile biliniyor. 2001 yılında Filistin topraklarından sorumlu BM İnsan Hakları Komisyonu’nda görev yapan Falk, Mart 2008’de de BM İnsan Hakları Konseyi tarafından Filistin topraklarında İsrail’in faaliyetlerini incelemek üzere altı yıllığına özel müfettiş olarak atandı. Harvard Üniversitesi’nden hukuk doktorası alan Falk, Princeton Üniversitesi ve Santa Barbara’daki Kaliforniya Üniversitesi’nde görev yaptı. 2001 yılında emekliye ayrılan Falk’un uluslararası hukuk, insan hakları, küresel yönetişim ve uluslararası düzen konularında çok sayıda kitabı ve makalesi bulunuyor. Türkiye’yi de yakından takip eden Falk’la iç siyasette yaşanan en son gelişmeleri ve AKP liderliğinde Türk dış politikasını, Ortadoğu’da kalıcı bir barışın imkanını ve ABD başkanlık seçimlerinden çıkacak sonuçların buna muhtemel etkilerini konuştuk.
Geçtiğimiz aylarda BM’nin Filistin toprakları İnsan Hakları Konseyi özel raportörü olarak atanmanızın ardından kendinizi hararetli bir tartışmanın ortasında buldunuz. Geçen sene yayımladığınız tartışma yaratan makalenizi sebep göstererek bazı çevreler objektif olamayacağınızı iddia etti. İşgal altındaki topraklardaki durumun analizinde objektif davranmanın şartlarını sizce neler oluşturuyor?
Objektifliğin ne anlama geldiği, oldukça önemli ve aynı zamanda oldukça yanlış anlaşılan bir mesele. Bana göre objektiflik kişinin, sonuçlarının kendisi için olumlu ya da olumsuz olacağına bakmasızın bir konuda ne algıladı ve anladıysa doğruları söyleme yönünde bir iradede bulunmasıdır. Yoksa çatışan tarafların yapıp ettiklerine eşit mesafede durmak adına ses çıkarmaması demek değildir. Objektif olmak, kişinin olgularla desteklendiği sürece, çatışmanın her iki tarafının da saygınlığını zedeleyebilecek bilgileri bildirmek zorunda olmasıdır. Özel raportör olmak kapsamında değerlendirildiğinde objektiflik, doğruları bildirmek ve bunları mümkün olduğunca uluslararası insani hukuk ve insan hakları hukukuna dayanarak yorumlamaktır.
Bahsi geçen makaleyi, Birleşmiş Milletler’in bir çalışanı olarak değil, özel raportör olarak atanmadan önce sorumlu bir vatandaş sıfatıyla, Gazze halkını toplu bir cezalandırmaya tabi tutan İsrail’in politikalarının bölgede ortaya çıkardığı durumdan duyduğum rahatsızlık nedeniyle yazdım. Bu politikalar insani bir krize sebebiyet veriyordu ve bana Nazilerin Almanya’da yürüttüğü politikaları anımsatıyordu. Makalede İsrail’in tecrit politikalarının, işgal altındaki topraklarda, özellikle de Gazze’de, bir Filistin Holokost’unu ortaya çıkarma potansiyeli taşıdığını belirttim. Yaşanmakta olanın bir Holokost olduğunu söylemedim; söylemeye çalıştığım şey, sadece bu politikalarda ısrar edilmesi halinde Holokost benzeri bir durumun ortaya çıkabileceğiydi. Buna bazı İsrailli resmî görevliler de dikkat çekti; Savunma Bakanı Yardımcısı, Holokost ifadesini bizzat kullandı ve Gazze halkına, herhangi bir şiddet içeren direniş faaliyetinde bulundukları takdirde Holokost’a maruz kalabilecekleri uyarısı yaptı.
Siyasetçilerin ve medyanın dilinin bu kadar katı ve tepkisel olduğu bir noktada, etkin bir şekilde objektif analizler yapmak ne kadar mümkün? Anlama çabasının önündeki engeller nasıl aşılabilir?
Bu oldukça zor bir şey; çünkü sizin de belirttiğiniz gibi merkezî uluslararası yazılı basında ve görsel medyada katılaşmış önyargılar mevcut. Sonuçta biz elimizden gelenin en iyisini ortaya koymalı ve gerçeği ortaya koyma çabamızın bir şekilde olumlu bir sonuç vermesini beklemeliyiz. Dünyanın dört bir yanında giderek daha fazla insan, Filistinlilerin dertlerini paylaşıyor ve onların kendi kaderlerini tayin etmek için mücadele ettiklerini düşünüyor. Bugün dünyamızda birçok alternatif bilgi kaynağı var. Filistin sorununa odaklanan sivil toplum kuruluşlarının artması oldukça önemli. BM özel raportörünün Filistin topraklarıyla ilgili raporlarının en önemli etkilerinden birisi de, Dünya Kiliseler Konseyi gibi sivil toplum kuruluşları üzerinde kendini gösteriyor. Dolayısıyla sadece hükümetlerin yaptıklarını ya da merkezî medya kaynaklarının söylediklerini dikkate almamalıyız. Bu gibi konularda kamuoyunun görüşlerini şekillendiren başka birçok önemli bilgi kaynağı var.
Bu anlamda son zamanlardaki sevindirici gelişmelerden birisi, Amerikan hükümetinin tam tersine ABD kamuoyunda Filistin sorunu hakkında objektif bir bakış açısının ortaya çıkıyor olması. Bu zamana kadar kendilerine söylenenlerin oldukça taraflı olduğu şeklinde bir düşünce kamuoyunda yaygınlaşıyor. Benim kendi izlenimim, Amerikan toplumunun ABD’nin kayıtsız şartsız İsrail tarafında yer almasından ziyade iki tarafa da eşit mesafede durmasını istediği yönünde. Kısa süre önce yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre, Amerikan vatandaşlarının %71’i ABD’nin taraflı diplomasisinden oldukça rahatsız ve hükümetin tarafsız davranmasını istiyor.
Türkiye son zamanlarda İsrail ve Suriye arasında başlatılan görüşmelerde arabulucu rolünü üstleniyor. Bu görüşmelerin başarıya ulaşması ne kadar mümkün?
Bu görüşmeler büyük oranda gizli tutulduğundan başarı ihtimalinin ne kadar olduğunu değerlendirmek hiç de kolay değil. Ele alınan problemler oldukça çetrefilli ve görüşmeleri sürdüren isimler, yaptığım mülakatlarda kayda değer sonuçların elde edileceği konusunda bazen oldukça olumlu gözükürken bazen de oldukça olumsuz bir hava içerisindeler. Suriye’nin Cenevre’deki büyükelçisiyle yaptığım görüşmede oldukça ümitsiz olduğunu gördüm; ciddi bir sonucun elde edilmesinin mümkün olmadığını söylüyordu. Fakat belki de bu tavrı İsrail’e duyduğu şüpheden kaynaklanıyordu. Meseleye olumlu bakanlar ise İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in ülke içinde maruz kaldığı baskı dolayısıyla diplomatik bir başarıya ihtiyacı olduğu görüşündeler. Bu başarının Olmert’i baskıdan kurtaracağını, çok kesin olmasa da İsrail Meclis’i Knesset ve İsrail halkının onay vermesiyle görüşmeleri sürdürebileceğini ve arkasında olumlu bir siyasi miras bırakabileceğini düşünüyorlar. Ancak hükümetler düzeyinde sürdürülüp daha sonra Meclis ya da başka bir devlet organı tarafından reddedilecek bir görüşmeye de tanık olabiliriz. Bunun, yönetimin yapısı gereği Suriye’de gerçekleşmesi pek olası değil; fakat İsrail’de olması oldukça muhtemel.
Türkiye’nin görüşmelerde arabulucu rolü üstlenmesi olumlu bir adım ve bu, AKP’nin bölgede bir süredir yürüttüğü yapıcı diplomasi ile oldukça uyumlu. Türkiye’nin attığı bu adım, son zamanlarda bölgede gerçekleşen birkaç sevindirici gelişmeden birisi. Bu durum, bölgede Amerikan hegemonyasının tasfiye edilmeye başlandığının da bir göstergesi. Bölgede başka aktörlerin önemli roller üstlenebilecekleri bir alan açılıyor ve Suriye-İsrail görüşmelerinde Türkiye’nin oynadığı rol örneğinde de gördüğümüz gibi bu, bölge açısından oldukça ilginç ve önemli bir gelişme.
Bu görüşmelerin Filistin sorununa ne gibi etkileri olabilir?
Görüşmelerin Filistin sorununa olumlu bir etkisinin olacağı konusunda şüphelerim var. Çünkü Filistin’e yönelik İsrail politikalarının güvenlik endişesiyle şekillendiğine inanmıyorum. İsrail’in temel amacının, elinden geldiğince daha fazla toprak ve su kaynakları elde etmek olduğunu düşünüyorum ve bu nedenle Filistin nüfusunun bölgede gittikçe artarak çoğunluk haline gelmesine hazır değiller. İsrail kamuoyunun meseleye ilişkin görüşünde köklü bir dönüşüm olmaması halinde -ki yakın gelecekte bu pek muhtemel gözükmüyor- sorunun çözümünde herhangi bir değişikliğin olacağını sanmıyorum. Şu an itibarıyla İsrail güvenlik ve refah içinde ve statükodan oldukça memnun. Bu yüzden özellikle Batı Şeria’da yeniden bir çatışmaya girmeleri pek muhtemel değil. Aksi takdirde yerleşim yerleri, Kudüs’ün geleceği, mültecilerin geri dönüşü ve su kaynaklarının kullanım hakları gibi konularla yüzleşmek zorunda kalacaklar. Günümüzde tüm bu sorunlar, İsrail tarafından kendi çıkarlarına uygun ve kalıcı bir barış sürecini başlatacak bir durumla karşı karşıya kalınmayacak şekilde manipüle ediliyor. Uluslararası hukuk nazarında Filistinlilerin talepleri oldukça açık olmasına rağmen, bu süreçte İsrail bunun üstünü bir şekilde kapatıyor. Barışın önündeki en önemli sorunlardan biri, uluslararası hukukun, Filistin tarafındaki %90’ı kimin temsil ettiği konusuna yaklaşımı. Özetle, İsrail’in çatışmaların sona erdirilmesi için samimi bir irade koymaktan ziyade, güç dengesizliğinden ve ABD ile yakın diplomatik ilişkilerinden doğan avantajını kullanma konusunda güçlü dürtüleri var.
Türkiye’nin bölgede yeni bir barış süreci başlatmak istediğinden bahsettiniz. Buradan somut bir sonuç alınacağını düşünüyor musunuz? Bölgede adil ve kalıcı bir barışın önkoşulları nelerdir?
Ortadoğu’da barış, ülkeler arasında diplomatik girişimlerden ziyade bölgesel bir diplomatik inisiyatifin başlatılmasıyla mümkün. Hükümetlerin birbirlerine karşı şiddet ve güç kullanmayacaklarını garantiye alacak bir bölgesel güvenlik çerçevesinin oluşturulması gerekir. Ayrıca İsrail’i de kapsayacak biçimde, bölge ülkeleri nükleer ve diğer kitle imha silahlarıyla ilgili faaliyetlerinden vazgeçmeliler. İsrail, nükleer silahlardan arındırılmış bir Ortadoğu düzeninde tek nükleer güç olarak kalmamalı.
Bu ne kadar mümkün?
Ortadoğu’da olumlu herhangi bir gelişmenin yaşanması pek muhtemel değil. Sadece siyasi aktörlerin hesaplarını değiştirecek olayların yaşanmasıyla bazı olumlu gelişmelerin gerçekleşeceğini bekleyebiliriz. Son otuz-kırk yılın kayda değer olumlu değişimlerine bakıldığında, gerçekleşene kadar bunların pek de muhtemel olmadıklarını görürüz. Güney Afrika’da Apartheid rejiminden anayasal demokrasiye geçiş, hiç kimsenin önceden kestiremeyeceği bir gelişmeydi. Keza Sovyetler Birliği’nin çökmesi de. Şu an elimizdeki verilerle düşündüğümüzde, barışı ortaya çıkaracak bir gelişmenin yaşanacağını pek göremiyoruz. Yine de bu, hiçbir şey yapmadan beklemeliyiz anlamına gelmemeli ve olumlu sonuçlar elde edilemese dahi sonuçta, Türkiye’nin barışın zorlanması adına, en azından barışın önündeki engellerin neler olduğunun ortaya konulmasında oldukça yaratıcı ve olumlu bir rol oynadığını görüyoruz.
Diğer unsur ise bölgedeki Amerikan askerî varlığının kademeli olarak sona erdirilmesi. Bu gerçekleşmeksizin şiddet olayları, karmaşa, ekonomik sömürü ve buna benzer problemler devam edecektir. Bu maalesef çok yakın bir gelecekte gerçekleşecek gibi gözükmüyor.
Son unsur ise İran ile ilişkilerin normalleştirilmesini, Tahran’ın diplomatik hedeflerini gerçekleştirirken daha az kışkırtıcı bir dil kullanmasını, ama aynı zamanda İran’ın diğer nükleer silahlara sahip olmayan Almanya, Japonya ve başka ülkeler gibi nükleer teknolojiyi kullanma hakkına sahip olmasının kabul edilmesini ve bunun için gerekli araçların sunulmasını kapsıyor. Bu durumun, silah elde etmek amacıyla İran’ın sahip olduğu plütonyumu ayrıştırmak ve uranyumu zenginleştirmek için kullanmayacağına dair vaatlerine sadık kalmasıyla çelişip çelişmediği benim değerlendirebileceğim bir konu değil. İran’a yapılacak bir saldırı bölgenin geleceğine dair umutların tükenmesine neden olur ve bölge için vahim sonuçlar doğurur. Şu an itibarıyla önemli olan, tüm siyasi enerjinin etkin bir biçimde kullanılarak böyle vahim sonuçlar doğuracak bir saldırının önüne geçilmesi. Eğer bu bir nebze başarılı olursa, bölgenin huzura kavuşması adına yapılması planlanan ve şu noktada pek de olası gözükmeyen uzun soluklu projelerin tatbik edilmesi için harekete geçilebilir. Bu yapılacak olanlar aslında bölgedeki tüm önemli aktörlerin çıkarlarına uygun. İsrail dahi bölgenin nükleer silahlardan arındırılmasından faydalanacaktır, çünkü ileride daha gelişmiş askerî teknolojilerin tehdidi altında kalacaktır. Mesela, nükleer başlığa sahip olmayan füzeler -uzun menzilli konvansiyonel silahlar- İsrail’in küçük ve kalabalık şehirlerine, özellikle Tel Aviv ve Kudüs’e inanılmaz zararlar verebilir.
Amerika’da yapılacak başkanlık seçimlerinde elde edilecek sonuçların Ortadoğu barışı için yeni fırsatlara kapı aralayacağına inanıyor musunuz?
Bu konuda temkinli olmamız lazım. Senatör Barack Obama’nın seçimlerden zaferle çıkmasının bölgede barış ve güvenlik adına nispeten daha iyi sonuçlar doğuracağına inanıyorum. Fakat yine de çok fazla beklenti içerisinde olmamalıyız. Obama’nın Amerikan askerlerini 16 aylık bir sürede Irak’tan çıkaracağına dair vermiş olduğu açık ve güçlü mesaj göz önüne alındığında, en bariz gelişme ABD’nin Irak politikasında olacaktır. Bunun gerginlikleri azaltacağını, belki petrol fiyatlarının düşmesine ve bölgede daha iyi ve dengeli bir ortamın doğmasına katkıda bulunacağını düşünüyorum. Bahsettiğimiz ihtilafların tümüyle çözümüne yönelik pek bir şey yapmayacaktır; ama en azından bu problemlerin kriz çıkarma potansiyelini azaltacaktır.
Türkiye’de AK Parti hükümetini askerî bir darbe yoluyla devirmeye çalışan organize suç örgütü Ergenekon hakkında soruşturma açıldı. Bu soruşturma sürecinin Türk otoriteleri tarafından iyi bir şekilde yürütüldüğünü düşünüyor musunuz?
Yeterince ikna edici delilin kullanılıp kullanılmadığını görmeden davayı değerlendirmek benim için oldukça zor. Bunun dikkatlice hazırlanmış bir iddianame olduğunu ve AKP’ye açılan davadan farklı olarak, Türk siyasi sisteminin denge ve bütünlüğüne çok ciddi tehditlerde bulunan bu kritik davayı hazırlamak için görevlilerin itinalı bir şekilde hareket ettiğini zannediyorum. Bu iki davayı, siyasi bir çekişmenin parçası olarak görme eğilimine karşıyım; çünkü AKP’nin yaptığı, halk tarafından desteklenen ve sorumluluk bilinciyle belirlenmiş siyasi hedefleri gerçekleştirmeye çalışmaktan başka bir şey değil. Belki çok fazla düşünmeden ya da topluma yeterince kendilerini anlatmadan hareket etmiş olabilirler; ya da bazılarının söylediği gibi AKP başörtüsü meselesini hemen gündeme getirmemeliydi, bunun yerine başka liberal hedefler gütmeli ya da refah, fakirlik gibi konuların üstüne gitmeliydi. Bunlar AKP’nin yeterince sağduyulu davranmadığını göstermekten öteye gitmez. Zaten birçok siyasi parti hedeflerini gerçekleştirirken yeterince sağduyulu hareket etmez. Bu haliyle, AKP’nin anayasal düzenden ciddi bir sapma gösterdiği söylenemez. Fakat Ergenekon davası kapsamında ortaya atılan iddialara baktığımızda, bunların radikal suçlamalar olduğunu görüyoruz; zira yapılmaya çalışılan, siyasetin devre dışı bırakılması ve topluma askerî bir düzenin dayatılması. Eğer iddialar doğruysa -ki öyle gözüküyor- bu, CHP ve sağcı-devletçi partilerin demokratik yollarla iktidarı ele geçiremeyeceklerini fark ettiklerinin ve tek çıkış yollarının siyaset dışı çözümleri devreye sokmak olduğunun göstergesinden başka bir şey değil. Bu, masum insanların ölmesi, ölümlere ve yıkıma sebebiyet verme, toplumsal huzurun ve güvenliğin sekteye uğratılması ve AB’den uzaklaşma gibi sonuçları doğurabilecek acımasız ve yıkıcı bir siyasi tercih. Toplumsal desteğin kaybedilmesiyle yeniden iktidarı ele geçirmek uğruna siyaseti devre dışı bırakmak ve kaba güce başvurmak son derece bencilce bir hareket tarzı. Özetle, Türk siyasetinin çok kritik bir dönemeçte olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’deki bu çatışmalarda din sizce nasıl bir rol oynuyor?
Dinin gündelik hayattaki yeri konusunda toplumda keskin bir ayrımın olduğunu düşünüyorum; bu sebeple toplumsal düzlemde dinin Türk siyasi hayatında çok kritik bir yeri var. Hükümet cephesine baktığımızda, AKP yönetiminin konuşmalarını temel alırsak seküler prensiplere göre siyaset yapan bir parti olduğu çok açık. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi dolayısıyla yaptığı konuşmaya bakarsak, siyasi vizyonunun Türkiye Cumhuriyeti’nin seküler prensipleriyle özdeş olduğunu ve dinle herhangi bir ilişkisinin olmadığını görüyoruz. Muhalefet AKP’yi, topluma Şeriat’ın dayatılması ve yeni bir İran yaratılması gibi gizli gündemleri olan ve bunu saklamak için seküler bir dil kullanmaya özen gösteren bir parti gibi yansıtmaya çalışıyor. Bunun herhangi bir gerçek temele dayanmayan paranoyakça bir tavır olduğunu düşünüyorum. AKP’nin ileri gelenleriyle yaptığım görüşmelerde bu görüşü destekleyecek herhangi bir şeye rastlamadım. Buradan din kartının, siyasi çekişmenin bir parçası olduğunu ve toplumda cereyan eden gerçek çatışmayla pek bir ilgisinin olmadığını çıkarabiliriz.
Sembolik bir mesele olan başörtüsü meselesi ise dindar kadınların toplumda nasıl bir muamele gördükleri ya da görmeleri gerektiği konusunda düğümleniyor. Bunu tamamıyla başörtüsü kullanan kadınlara karşı yapılan bir ayrımcılık olarak görüyorum ve bu sebeple bunun, dinî hayatı yaşama özgürlüğü kapsamında bir insan hakları meselesi olduğunu düşünüyorum. Demokratik toplumlarda insanların dinî inançlarını özgürce yaşama haklarının olduğu düşünüldüğünde bu, yalnızca dinle ilgili bir problem olarak görülemez. Bazılarının da belirttiği gibi bu, Fransız ve Amerikan tipi laiklik arasındaki ayrışmayı akıllara getiriyor. Fransız tipi laiklik, tarihî olarak devletin dinin kontrolünden çıkarılmasına yoğunlaşmaktadır. Oysa Amerikan tipi laiklik, dinî baskıdan kaçıp Amerika’ya gelen insanlara dinlerini istedikleri gibi yaşama fırsatı ve tolerans garantisi sunarak dinî özgürlüklere odaklı bir laiklik anlayışı sergilemektedir. Türk laikliğinin, Atatürk zamanından itibaren Fransız tipi laiklik anlayışının etkisinde şekillendiğini dikkate alırsak, AKP’nin geleneksel Kemalist laiklik anlayışını güncelleyerek Amerikan tipi laiklik çizgisine çekmeye çalıştığını söyleyebiliriz.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen başörtüsü kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu konuları çok yakından takip etmiyorum. Yine de kararın bu konuda yaşanan bir kafa karışıklığı neticesinde alındığını; bir dereceye kadar Avrupa’da son zamanlarda ortaya çıkan İslamofobi’nin bir yansıması olduğunu; Danimarka’da yaşanan karikatür krizi, İslam karşıtı Hollandalı yönetmenin öldürülmesi, Fransa’da yaşanan bazı problemler, Madrid’deki bombalama ve Müslüman Türkiye’nin AB üyeliğinin Yahudi-Hıristiyan Avrupa kimliğiyle çelişmesi ve bu kimliği tehdit etmesi gibi faktörlerin etkisinde alındığını düşünüyorum. Bu sebeple kararı çok ciddiye almadım. Bu arada, Mahkeme’ye başörtüsünün serbest bırakılması konusunda yeterince ikna edici argümanların sunulmadığını da hatırlatmakta yarar var.
Uluslararası arenada da din, küresel çatışmaların önemli bir unsuru olarak görülüyor. Bazıları “medeniyetler çatışması” kavramsallaştırmasıyla yeni dönemde küresel çatışmaları dinî ve kültürel farklılıkların bir sonucu olarak görürken, diğerleri de “medeniyetler arası diyalog” söylemi ile buna karşılık vermeye çalıştı. “Medeniyetler”in, çatışmaların açıklanması ve diyalog geliştirilmesinde anlamlı tarihî-sosyal kurgular olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu iki argümanla birlikte bölgeselleşme ve dinin dünya çapında yükselişine dikkat çekilmesi, 21. yüzyılda medeniyet aidiyeti ve kimliğinin uluslararası ilişkilerde çok önemli bir unsur olacağına işaret ediyor. Aynı zamanda bu, siyasi topluluğun temelini oluşturan egemen devlet yapısının çözülmeye başladığını da gösteriyor. Her tarafta Türk bayraklarını görmek, belki bu sürecin, milliyetçiliğin oldukça güçlü olduğu bir ülke olan Türkiye’ye henüz ulaşmadığını gösterebilir bize. Fakat daha genel bir çerçeveden dünya dinamiklerine baktığımızda, egemen devletlerin yerel problemlerini kendi başlarına çözme kapasitelerinin azaldığını görüyoruz. Amerika’ya yapılan 11 Eylül saldırılarıyla, dünyanın en güçlü devletinin bile (günümüzün diğer bir önemli gelişmesi olan devlet-dışı aktörlerin yükselişiyle) ulus-ötesi şiddet karşısında oldukça savunmasız kaldığını gördük. Kısaca, medeniyet kimliğinin oldukça önemli olduğunu ve dinin medeniyet kimliğinin temelini oluşturduğunu düşünüyorum. Fakat dünyada yaşanan insan hareketliliği ve göçler neticesinde medeniyetleri özselleştirmek ve olduklarından daha homojen göstermek tehlikesini de göz ardı etmemek gerekir. İslam’ın olduğu gibi Hıristiyanlığın da birçok farklı yorumu var ve bu, medeniyetler arasında olduğu kadar medeniyetler içerisinde de diyaloga ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Zira medeniyetler arasında olduğu kadar medeniyetler içerisinde de çatışmalar mevcut. Belki yapılan tartışmalar yanıltıcı olabilir; fakat medeniyetin ve dinî kimliklerin tarihin bu bölümünde önemli olduğu tezi oldukça ikna edici.
Bu yeni küresel durumda Türkiye’yi nereye oturtuyorsunuz? Şekillenmekte olan yeni bölgesel ve küresel düzende Türkiye’nin yeni siyasi, ekonomik ve kültürel elitinin başarı şansı nedir?
Türkiye yaratıcı ve üretken bir lider kadrosuyla oldukça şanslı. Sahip olduğu beceri, kaynaklar ve enerjisiyle hem kendisi için hem de bölgesinde çok önemli işler gerçekleştirebilir.
Paylaş
Tavsiye Et