Kodak sizce nedir?
Digital kamera?
Fotoğraf makinesi?
Bir elektronik zımbırtı?
Hayır efendim!
Kodak, birtakım yabancı mihrakların bir marka adı numarası altında kalbimize saplamaya çalıştıkları bir bıçaktır.
Muasır medeniyete ulaşma hedefimizin tabii bir neticesi olan teknolojinin nimetlerinden yararlanabilme hassasiyetimizi suistimal etmek isteyen dış mihraklar fütursuzca bizimle dalga geçiyorlar.
Bir teknoloji şirketine güya isim koyuyorlar:
Kodak.
Allah’tan bu ülkede benim gibi cumhuriyetçi, laik, vatanperver, mücadeleperver, gerekçeli kararperver kalem erbabı var.
Tabii ki gerekçelikararperver bürokratlarımızın olduğunu unutmuyorum.
BORÇ
Bu yalnız ve güzel memleket her türlü saldırıya rağmen ayakları üstünde duruyorsa, bu duruşu onlara borçlu olduğumuz gün gibi aşikâr.
Bu borcu ancak Cumhuriyet’in asıl sahiplerinin onlar olduklarını itiraf ederek, bu hakkı kendilerine teslim ederek ödeyebiliriz.
Bu hakkın teslimi tabii ki tek başına bu borcu kapatmaya yetmez.
Cumhuriyet’in de onlara teslimi gerekir.
Medyanın görevi, bu hakkın ve Cumhuriyet’in ilgili bürokratlara teslim edilmeleri gerektiğini mutat aralıklarla yurttaşlara hatırlatmaktır.
Bilgimizin kaynağının hatırlama kabiliyetimiz olduğunu söyleyen filozof Platon’dur.
Devlet ya da Cumhuriyet onun eseridir.
Andıç uygulaması da bizim devlet adamlarımızın eseridir.
Hatırlama eğer bir bilgi kaynağı olarak kabul edilmez ve hatırlayamamakta ısrar edilirse, bir ilgi kaynağı olarak andıç devreye sokulur.
Andıçlar yoluyla da yurttaşlar Cumhuriyet’i güzellikle ilgili bürokratlara teslim etmezlerse, daha zecri tedbirlerle Cumhuriyet’in yurttaşlardan kopartılıp alınacağı hususunun laikçiliğin olmazsa olmaz unsuru olduğu izahtan varestedir.
Demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin gereği budur.
Anayasa Mahkemesi’nin yaptığı, CHP’nin de “İşte bizde bunu söylüyorduk” dediği de işte tam budur.
Vatandaşa “Elindeki Cumhuriyet’i bırak, teslim ol!” çağrısı yapılmadan önceki son adım da budur.
İlk adım Şevket, orta adım Muamma’dır.
Onun için Anayasa Mahkemesi’nin odak olma ile ilgili gerekçeli kararı görmezden gelinemez.
Görmezden gelinmesi gereken nokta, Danıştay saldırısı failinin “Vurduysam İslam için vurdum” ifadesinin bile odak sayılmak için karine teşkil etmesine rağmen Kodak firmasının gerekçeli kararda yer almamasıdır.
Yoğun mesaiden dolayı ilgili bürokrat arkadaşların gözlerinden kaçırdıklarını zannettiğim bu hususta kendilerine yardımı üzerime borç bilirim.
KODAK
Uluslararası şirket, milletimizin gözünün içine baka baka kendisine başka bir marka ismi bulamazmış gibi Kodak koymuştur.
K-odak
Kodak demek, baştaki k harfini esas olarak alacaksak bir defa kesin odak demektir.
Yani kati odak demektir.
Ya da katı odak demektir.
Ya da katmerli odak demektir.
Ya da kasıtlı odak demektir.
Ya da kanunsuz odak demektir.
Ya da kahredici odak demektir.
Ya da kararlı odak demektir.
Bu “ya-ya da”ları çoğaltabiliriz.
En akla gelmez odak olma ihtimallerini serdedip odak olduğu açıkça belli olan bir uluslararası şirketin AB müktesebatı kamuflajı altında ulus-devlete saldırı cüretinin gerekçeli kararda yer almamasını esefle karşıladığımı belirtmek isterim.
Gerekçeli kararın ruhuna en uygun olanının kahpe odak olduğunu düşünüyorum.
Vurun kahpeye denilmemiş olmasının izahını yapmakta zorlanıyorum.
Bu sinsi saldırılara karşı gözümüzü açık tutmazsak işimizin zor olacağını düşünüyor, dikkatinizi aşağıdaki satırlara çekiyorum.
UYGAR - BARBAR
“Polinezyalı 75 yaşındaki ihtiyar Vukaava bana şöyle dedi:
Batılıların yönlerini göremeyişlerinin en açık delili ‘barbar’ dedikleri bizlere göre kendilerini ‘uygar’ sanmalarıdır. Eğer bizim yaşayışımızı ve kendi tarihlerini azıcık bilselerdi çıkarlarına uygun gelen ve benliklerini okşayan bu ayrımın ne kadar yersiz olduğunu utanarak ve vicdan azabı duyarak görürlerdi. Kelime oyunu yapmadan birkaç örnek vermek isterim.
İnsanlık tarihinde temel olaylardan biri savaştır. Evet, vahşi kabilelerde savaşın amacı yağmadır ama medeni milletlerde hem de daha büyük ölçüde aynı şeydir. Komşularının topraklarını, şehirlerini, hazinelerini ve başka zenginliklerini almak için saldırırlar. Barbarları haber vermeden, savaş ilan etmeden saldırmakla suçlarlar. Ama son dünya savaşında ve sonrasında hemen her yerde böyle davrandılar. Esirleri öldürdüler, türlü işkenceler ettiler, köle gibi kullandılar.
Uygar devletler asırlarca savaştan sonra demokratik devlet idaresine ulaşmış olmakla övünürler. Fakat bütün ilkel toplumlar öteden beri kabileye hesap vermek zorunda olan ihtiyarlar heyeti tarafından yönetilirdi.
Barbarların büyüden başka bir bilim tanımadıkları ileri sürülür. Sir James Frazer bilimin büyü ile olan derin ilişkisini, benzerliğini göstermiştir. İkisi de bizim ‘mana’ dediğimiz, sizin madde ve enerji adını verdiğiniz cevheri etkileyerek tabiat kuvvetlerini insanın hizmetine koşmak amacını güdüyor. Hem bana büyücülerden bahsedecek olursanız, bütün batı memleketleri bugün bile falcılar, müneccimler, üfürükçülerle doludur ve çok iş yaparlar derim.
Bir de barbarların dinleri ölülere tapmakla sınırlıdır deniyor. Ama en akıllı geçinen milletler de bile böyle değil mi? Vahyolunmuş dinler ortadan kalktıkça milletler gerçek imandan yoksun birtakım ayinler, semboller tortusu haline gelmekten kendilerini kurtaramıyorlar. Buna karşılık ölülere tapınmak dini reddedenler arasında bile bugün her zamankinden çok gözdedir. Moskova’daki Lenin’in mozolesini düşünün.
Uygar memleketlerde halkın, zengin-fakir herkesin en üstün tuttukları eğlenceler alkol bağımlılığı, çılgın danslar, maskeli balolar, gürültülü hayvanca seslerin çıkartıldığı müzikler vahşilerde gördüklerimizin aynısıdır.
Barbarlarda hemen daima haksızca yerilen mahremiyetten hiç bahsetmesem belki sizin için daha iyi olur. İleri memleketlerdeki zinanın yaygınlığı, türlü fuhuş şekillerinin artışı, cinsel sapıklığın gittikçe rağbet görüşü medeniler arasındaki ahlak bozukluğunun vahşilerinkinden kat kat fazla olduğunu gösterir.
Barbarlar çoğunlukla iklim zorunluluğundan ya da sefalet yüzünden çıplak dolaşmak zorunda kalırlar. Ama yazın deniz kenarında, plajlarda, stadyumlarda, sahnelerde kendilerini yarı çıplak teşhir edenleri, neredeyse normalleşen çıplaklar kamplarını düşünecek olursanız, uygarların bu konuda en hayâsız barbarları geride bıraktıklarını görürsünüz.
Dolayısıyla ‘güya medeni’ ile ‘güya vahşi’ arasındaki temel ayrımların ne olduğunu gerçekten bilmek isterim. Bence ‘ilkel’i hor gören ‘uygar’ kendi kendisini kınamış olmaktan başka bir şey yapmış olmuyor.”
Muasır medeniyeti hafife alan satırlarla dolu olan kitap ilk defa 1931’de yayınlanmış.
Şam’da, Tahran’da, Bağdat’ta, İstanbul’da değil üstelik.
İtalya’da.
Yani o zamanlardan beri ulaşmaya çalıştığımız, hâlâ ulaşamadığımız muasır bir ülkede.
Peki, 2006’da bu kitabı ülkemizde kim yayınlamış?
İş Bankası, hani şu CHP’nin paracıklarının yattığı banka.
Yarından tezi yok Sn. Baykal’ın Giovanni Papini denen adamın Gog isimli kitabını buldurtan, buldurttuktan sonra çevirttiren, çevirttirdikten sonra yayınlatan gafil şahısların yakalarına yapışmasını bekliyorum.
Anayasa Mahkemesi’nden de, İş Bankası hakkında Muasır Medeniyetler Seviyesine Ulaşma ve Onu Aşma hedefini küçük düşürme, tahkir ve tezyif etme suçlarını işlediği, dolayısıyla Cumhuriyet karşıtı eylemlerin odağı olduğu, bu yüzden kapatılarak bütün menkul ve gayrimenkullerine el konulmasını, el konulan paranın tamamının da tarafıma verilmesini istiyorum.
İsteyenin bir yüzünün kara olduğunu, Obama’nın da ABD başkanlığını istediğini hatırlatıyorum.
“Ne alaka?” diye soracak olanların her iki gerekçeli kararı tekrar okumalarını rica ediyorum.
SON TAHMİN
Gerekçeli kararlar, umulan gerekçesiz yararları doğurmayacak.
Paylaş
Tavsiye Et