Yöneten: Coşkun ÇAKIR
Prof. Dr. Sabahattin Zaim hocamız, 9 Aralık’ta aramızdan ayrılıp Hakk’a yürüdü. Allah’tan kendisine gani rahmet diliyoruz, makamı cennet olsun. Kuşkusuz onun yokluğuna alışmak kolay olmayacak. Onu çok özleyecek ve çok yâd edeceğiz. Böylesine değerli bir âlimi anlatabilmek çok zor. Ancak biz yine de vefatının ardından onu hem yâd etmek, hem de birçok yerde dile getirilen hayat hikayesi, görevleri, eserlerinden ziyade bilhassa onun “hoca” ve “insan” yanını konuşmak istedik. Bu nedenle, hocanın bu yanlarını çok iyi bilen, gözleyen dört değerli hocamız Sabri Orman, Numan Kurtulmuş, Sedat Murat ve Coşkun Çakır’ı bir araya getirdik. Ve çok bereketli bir sohbet çıktı ortaya...
Coşkun Çakır: Sabri Bey öncelikle sizinle başlayalım; bir hoca olarak Sabahattin Zaim’i bize anlatır mısınız?
Sabri Orman: Sabahattin Hoca tabii ilim adamlığından önce‘adam’dı. Son zamanlarda çok sık tekrarlandığı gibi “güzel adam”dı; güzel ahlaklı bir insandı. Aynı zamanda dünya standartlarında bir ilim adamıydı. Bu bakımdan hocanın ilim adamlığının çok özel bir tarafı vardır. Hoca çalışma ekonomisini Türkiye’ye getiren kişidir. Yani ilmî bakımdan Türkiye’de yeni bir alan açmıştır. Daha sonra önünü açtığı kulvarda yürüyen başkaları da olmuştur; ama bir sahanın münşisi, kurucusu olmak çok farklı bir imtiyazdır. Ayrıca kendisi çalışma ekonomisi konusunda, dünyadaki sayılı otoritelerden birisidir. Biz tabii bunu daha çok onun Türkiye’deki en ünlü birkaç ders kitabı arasına giren Çalışma Ekonomisi kitabından biliriz; ama hocanın daha önceki eserlerinde de zaten bu alana hazırlık vardır. Belki de kaderin kendisini sevk ettiği bir şey olarak zaten o sahanın hazırlığı içindeydi ve bunu bir ders kitabıyla taçlandırdı. Ders kitapları aslında bir alanın standart bilgilerini içerir; dolayısıyla pek de kayda değer tarafları yoktur. Fakat bazı ders kitapları istisnadır. Örneğin, hocanın Çalışma Ekonomisi kitabı ve Sabri Ülgener’in Milli Gelir, İstihdam ve İktisadi Büyüme kitabı bu istisnalar arasındadır. Çok nitelikli bir kitaptır Çalışma Ekonomisi ve uzun zaman da bu yerini koruyacağını tahmin ediyorum.
Çakır: Çalışma ekonomisi bir disiplin olarak yok muydu hocamızın akademiye intisabından önce? Siz bunu biraz açabilir misiniz Numan Bey?
Numan Kurtulmuş:O sıralarda sosyal siyaset vardı. Çalışma ekonomisi diye ayrı bir anabilim dalı yoktu. Çalışma ekonomisi o tarihlerde dünyada da özellikle ABD’de Anglo-Amerikan ekolü olarak yeni gündeme gelen bir bilim dalıydı. Hocanın bu kadar mahir bir şekilde bu alan içerisine girmiş olmasının sebeplerinden birisi de o dönemde ABD’de Cornell Üniversitesi’nde bulunmuş olmasıydı. Hoca, orada gelişmekte olan bir yeni alan olarak çalışma ekonomisini gördü. O dönemde Türkiye’de de sendika hareketlerinin güçlenmeye başladığı, emek piyasalarının çok diri olduğu bir dönem söz konusuydu. Ama çalışma ekonomisi, bilim dalı olarak Türkiye’de henüz sistematik hale getirilmemişti. Sabahattin Hoca bu anlamda bir öncülük yapmıştır.
Çakır:Sedat Bey, İÜ İktisat Fakültesi Çalışma Ekonomisi Bölümü için “Bölümden öte şeydir” derler, nedir bunun sırrı? Özellikle de hocanın oradaki bölüm başkanlığından itibaren söylenir bu.
Sedat Murat:1983 yılından itibaren YÖK’ün yeni sınıflamasıyla birlikte daha önce Sosyal Siyaset adını taşıyan kürsü, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü oldu. Ama dediğiniz gibi bizim kürsünün çok farklı bir yönü vardı. Hocanın ilmî ağırlığı nedeniyle gelen gidenin çok olduğu, önemli müzakerelerin yapıldığı bir yerdi.
Hoca özellikle camiada birçok kuruluşun felsefesini oluştururdu, bunlara nasihatlerde bulunurdu. Türkiye’de çalışma ekonomisiyle ilgili kuruluşların mevzuatları çoğunlukla bizim bölümde hazırlanırdı. Hatta hoca, MSP’nin tüzüğünü dahi Orhan Tuna, Ziyaeddin Fındıkoğlu ile beraber bölümde hazırladıklarını söylerdi. Yani çalışma ekonomisi deyince elbette akla Sabahattin Hoca gelir; ama hoca onun çok ötesinde bir misyon yüklenmişti. Türkiye’deki dönüşüm içerisinde özellikle İslami yapılanmada çok önemli bir rolü oldu. Bu anlamda hoca Türkiye’deki dönüşümün en önemli öncülerindendir. Elini bütün taşların altına sokmuştur. Hayatını adeta riske etmiş, nereye çağırmışlarsa, hangi kesim ya da sınıftan olursa olsun hiç ayırt etmeksizin gitmiştir. Hatıratı yayımlandığı zaman bunları çok açık bir şekilde göreceğiz.
Orman: Sedat Hoca’nın sözlerini şu cümleyle özetleyebiliriz sanırım: Sabahattin Zaim, iyi bir âlimdi; fakat aynı zamanda iyi bir muallimdi. Âlimliğinin kalitesinin yanı sıra hoca bazı dalların, bilhassa çalışma ekonomisi ve İslam ekonomisinin Türkiye’deki kurucusu olma özelliğini taşıyor. Bu çok önemlidir; yeni bir kulvarın açılması dolayısıyla memleketin ilmî hayatına açık bir katkıdır.
Çakır: Numan Bey, siz eşiniz Sevgi Kurtulmuş’la birlikte aynı bölümde çalıştınız. Sevgi Hanım başörtülü bir öğretim üyesi olarak hocanın zamanında eğitimine devam etti, ders verdi. Yani siz bir anlamda bölüm hayatınızı da eşinizle birlikte paylaştınız. Biraz da sizden dinleyelim bölümü.
Kurtulmuş:ABD Cornell Üniversitesi’nden döndüğümüz 1993 sonrasında Türkiye’de özgürlükler alanında yavaş yavaş kısıtlamalar başlıyordu. Sevgi Hanım’ın doçentlik imtihanına girmesi 1996’dadır. Yani o üç yıl doçentliğe hazırlandı ve üniversitede devam etti. Sabahattin Hoca başörtüsü konusunda büyük bir müsamaha ile davrandı. Özellikle Sevgi Hanım’ın bütün doktora ve doçentlik süreçlerinde, bir türlü jürisinde olamasa da, en azından gelip moral vermiş, hem manen hem de akademik açıdan destek olmuştur. Bu anlamda hakikaten herkesin olduğu gibi, benim de Sevgi Hanım’ın da bir yerde babası gibiydi.
Çakır: Yani hoca asistanlarına sanki asistanı değil de oğlu ya da kızı gibi davranıyordu...
Orman:Bölümü farklı kılan da odur. Yani akademik ortama ilaveten bir aile ortamı da vardı.
Kurtulmuş:Sedat Hoca’nın söylediklerine ben de ilavede bulunmak isterim. Hem akademik hem de sosyal hayatın içerisinde çok insan tanıdık. Çok iyi yazan, çok güzel konuşan ilim adamları gördük. Ama Sabahattin Hoca’yı farklı kılan, belki diğerlerinin içerisinde biricik kılan özellik, meseleleri çok basit bir şekilde anlatabiliyor olmasıydı. Bu sadece çok güzel yazıyor ya da Türkçeyi çok iyi kullanıyor olmasından kaynaklanmıyordu. Ben Sabahattin Hoca’dan bu konuda şunu öğrendim: Güzel konuşmak, Türkçeyi güzel konuşmak demek değildir; insanların anlayacağı şekilde, konuşmanızın içerisine engin bir ruh halini yerleştirerek, gerçekten bütün kişiliğinizi, ruhunuzu ortaya koyarak konuşabilmektir. Hocanın kafası çok net olduğu için güzel konuşuyordu ve insanlar onu bu nedenle anlayabiliyorlardı. En karmaşık bir iktisat meselesini bile öyle açık konuşuyor ve yazıyordu ki Bakkal Efendi dahi rahat biçimde anlayabiliyordu. Güzel Türkçenin, kafa netliği ve engin bir kalp demek olduğunu ben ondan öğrendim.
Çakır: Ben de izin verirseniz bu bağlamda bir hatıramı nakledeyim sizlere. 1984 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydim. Çalışma ekonomisi dersimize Prof. Nazif Kuyucuklu geliyordu. Bizden ders kitabı olarak Sabahattin Hoca’nın Çalışma Ekonomisi’ni almamızı istedi. Biz tabii daha yeni üniversiteye başlamışız; Sabahattin Zaim adını duyuyoruz, ama çok silik bir siluet olarak var zihnimizde. Kitabı açtık; ilk sayfalarını çevirdikten sonra giriş bölümünün hemen üst başında bir ayet-i kerime var. Hemen ikinci gün sınıfta homurdanmalar başladı. Özellikle sol görüşlü arkadaşlarımız, hocaya neden bu kitabı ders kitabı olarak önerdiğini biraz da tepkisel biçimde sordular. Hoca önce dinledi, sonra hiç unutmuyorum, dedi ki “Arkadaşlar ben de sosyal demokrat görüşlü bir insanım. Şu anda memlekette çalışma ekonomisi sahasında yazılı en iyi kitap Sabahattin Zaim’in kitabıdır. Eğer bundan daha iyisi yazılırsa, ikinci dönem hemen o kitabı size tavsiye edeceğim. Ama şu anda bundan daha iyi bir çalışma ekonomisi kitabı mevcut değil.” Sonra arkadaşların itirazları son buldu ve hocanın kitabını o sene takip ettik.
Kurtulmuş: Sabahattin Hoca’nın sürekli söylediği bir şey vardı. “Bir konuyu çok iyi bilin; ama pergel gibi bir ayağınızı orada tutarak, diğeriyle sosyal konuların hepsinden de bilgi sahibi olun. İlginizi çeken hangi alan varsa oralara girin.” Kendisi de bunu yapabilmiş birisiydi. Bu da çok önemli bir şeydir. Yani genelde bilim adamları sekteryen düşünmeye müsaittirler. “Efendim benim alanım, disiplinim budur” derler. Sanki o alanın dışında bir dünya yokmuş, dünya ondan ibaretmiş gibi algılarlar. Sabahattin Hoca’nın hayatın içinde olmasının sebeplerinden birisi de bu konuda farklı bir yaklaşıma sahip olması. Sosyal bilimlerin kendi sahasıyla ilgili neredeyse her alanına dokunmuş. Ama sadece malumatfuruşluk babından söylemiyorum. Geniş bir alanda ilgisi ve söyleyecek sözü olan bir bilim adamı; ama çalışma ekonomisi alanında da gerçekten otorite olan birisi.
Çakır: Çalışma ekonomisinin altını çizdik. Bir de satır arasında İslam ekonomisinden bahsedildi, aslında o da çok önemli. Bu alandaki ilk çeviriler, yazılar da Sabahattin Hoca’dan geldi. Bunun arka planı nedir? Yani hocanın bu konuya teveccühü, esas itibarıyla nereden kaynaklanıyor?
Kurtulmuş:Açık konuşmak gerekirse o dönemde bu alanda çalışacak kimse de yoktu. Yani İlahiyat fakülteleri İslam ekonomisiyle zekat, faiz gibi konular dışında ilgilenmiyorlar, konuya sistematik olarak bakmıyorlardı. Oralarda bu konuda çalışacak kimse yoktu. Bütün iktisat ve siyasal bilimler fakültelerinde de tam bir neo-klasik iktisat anlayışı, yani tamamen merkantilist, kuru, maneviyatı modern değerler üzerine kurulmuş, amoral bir disiplin anlayışı hâkimdi. Açıkça söylemek gerekirse iktisat ahlak, din, maneviyat gibi alanlarla ilgilenmiyordu. Dolayısıyla manevi unsurların içinde olmadığı bir iktisat anlayışı muazzam bir boşluk oluşturuyordu. Sabahattin Hoca hem inançları dolayısıyla hem de o klasik iktisat anlayışıyla çelişen düşünce yapısı itibarıyla bu konuya yöneldi. Çünkü İslam’ın sistematik olarak iktisadi hayata ilişkin söylediği şeyler, sadece zekat, faiz gibi birkaç konunun içerisine hapsedilemeyecek kadar önemliydi. O dönem, dünyada da hem kapitalist hem de Marksist iktisadın problemlerinin olduğu, bir alternatif olarak İslam iktisadının konuşulduğu bir dönemdi.
Çakır: Sabahattin Hoca, her ne kadar Siyasal Bilgiler’de yüksek öğrenim görmüş olsa da ekonomiyi bir disiplin olarak tercih etmiş bir iktisatçı. Müslüman bir iktisatçı olarak İslam iktisadına yönelmesi de doğal bir durum. Ayrıca Amerika’da bulunduğu yıllarda konuyla ilgili oradaki literatüre muhatap olmuş olabilir. Bir başka husus da hocanın uluslararası organizasyonlarda sıkça yer alışı. Hoca bu organizasyonlarda diğer Müslüman iktisat âlimleriyle diyalog kuruyor.
Orman: O dönemlerde özellikle Körfez ülkeleri eksenli üç tane ekol vardı. Biri Suud Kralı Faysal’ın girişimi, diğerleri de Pakistan ve Mısır ekolleri. Bu üç ekol de İslam ekonomileri üzerine çalışmalar başlatıyor. 1973’te Cidde’de Birinci Uluslararası İslam İktisadı Konferansı yapılıyor. Böylelikle terim olarak “İslam iktisadı” ortaya çıkıyor ve İslam Dünyası’nda konuyla ilgili çalışmalara başlanıyor. Hocanın İslam iktisadı ile ilgili yazıları tam da bu döneme rastlıyor. Dolayısıyla hocanın bu yönelimini biraz da o dönemdeki gelişmelerle alakalı görmek lazım.
Çakır: Vefatını takiben gazetelere baktım, onunla ilgili birçok yazı okudum. Hayrettin Karaman, makalesinde hoca için “beşi bir yerde” ifadesini kullanıyordu. Hayrettin Hoca “ilim, güzel ahlak, aksiyon, dava ve hizmet aşkı” olarak sıralıyor bu beş özelliği ve “Bir insanda bunların hepsinin bir araya gelmesi zor şeydir. Sabahattin Zaim’de bu beş erdemin hepsi bir aradaydı.” diyor. Konuşmanın başında da zikretmiş olduğum gibi hocayı tüm yönlerinin hakkını vererek konuşmak güç. Biraz da hocayı “insan” yönüyle konuşalım isterseniz, yani hoca nasıl bir insandı?
Orman: Sabahattin Hoca’yı hakikaten çok iyi tanımak, anlamak gerekiyor; çünkü o benim kanaatime göre bir modeldir. Bazı yönleri fıtriydi, yani doğuştan gelen şeylerdi. Bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok. Ama kesbî özellikleri; yani çalışmakla, üzerinde uğraşmakla kazanılabilecek hasletleri de vardı. Özellikle bu bakımlardan hocanın bir model olduğunu düşünüyorum. Hoca tabii ki beşerî ve ahlaki yönleriyle olduğu kadar hatta belki daha fazla ilim adamlığı ve entelektüel yönüyle de modeldir. Eğer bu model takip edilebilseydi, Türkiye çok başka yerde olurdu. Eğer Türkiye bugün, yine de 1970’lerdeki tahminlerimizden çok daha iyi bir yerdeyse, bunda Sabahattin Hoca modelinin takip edilmeye başlanmasının etkisi var bence.
Şimdi Hayrettin Hoca’nın söylediği vasıflara şunu da eklemek gerekir: Sabahattin Hoca gelenekle bugünü sentezleyebilen bir insandı. Geleneği sürdürüyordu; fakat günümüzün gerektirdiği değişmeyi de o geleneğin içine şırınga ediyordu ve burada nefis bir sentez ortaya çıkıyordu. Bence Türkiye’nin ilim adamı, entelektüel tipi işte bu olmalı. Süreklilikle değişmeyi, gelenekle modern dünyayı mezceden bir modeldi Sabahattin Hoca. Hocayı hoca yapan, farklı kılan da zaten bu özelliğidir. Yoksa ilim adamlarını; güzel ahlaklı, dava ruhu ve hizmet aşkı taşıyan insanları başka yerlerde de buluruz; fakat bu sentezi başarabilen insan sayısı azdır.
Hocanın başka bir özelliği de yaptıklarını içten, samimi bir şekilde yapmasıydı. Mesela dindarlık genellikle Türkiye’de itici bir imaj bırakmıştır. Fakat hocanın Müslümanlığı samimi ve sempatik geliyordu insanlara. Herkes onun dindar olduğunu bildiği halde, üniversitede dahi hocaya kaşını çatan kimse olmazdı. Yani her şeyi zarif ve sempatik biçimde yapabilen birisiydi. Hocanın esas vasfı buydu bence.
Çakır: Numan Bey aynı soruyu size tevcih ediyorum. İnsan olarak Sabahattin Zaim hakkında neler söylersiniz?
Kurtulmuş: Bir kere şunu söyleyeyim: Sabahattin Hoca’nın tekrarı yok. Belki bir müddet sonra daha düşük profilde de olsa benzerleri inşallah gelir diye dua ediyoruz. Ben tekrarının, yani o vasıfların hepsini mezcetmiş birisinin gelmesinin çok zor olduğunu düşünüyorum. Şimdi hocanın en önemli yönü bence ‘cami’ yani birleştirici vasfıdır. Özellikle toplumsal statüsü ve ilim seviyesi yüksek insanlara baktığımızda, gerçekten toparlayıcı özellikleri olanların sayısının çok az olduğunu görürüz. Sabahattin Hoca, herkesi kendi değerleri ile algılayan, kendisi kalarak kucaklayan birisiydi. Hani Mevlana diyor ya “Biz bu dünyaya insanları birleştirmek, bütünleştirmek için geldik. Parçalamak, bölüp dağıtmak için gelmedik”; Sabahattin Hoca bu sözün ne anlama geldiğini uygulamalı olarak öğretti bize. Bence birinci temel özelliği bu.
İkincisi, bilimsel hayatına da yansıyan, Sabri Hoca’nın bahsettiği “gelenekle çağdaş değerleri birleştirmesi” vasfıdır. Bizim dindar, muhafazakâr hatta İslamcı aydınlarımızın zaman zaman; ortalama aydınların, bilim adamlarının, siyasetçilerinin ise iki asırdır içine düştükleri “Batı karşısında yenildik; Batı ilmi, fenni, teknolojisiyle bizi alaşağı etti” şeklinde özetlenebilecek bir yenilgi psikolojisi var. Hatta o klasik soru, yani “İslam terakkiye mani midir?” sorusu o kadar çok sorulmuştur ki, kendisini dindar addedenler bile “İslam terakkiye mani olabilir” diye düşünmeye başlamıştır. Sabahattin Zaim ise “Biz Batı uygarlığı karşısında yenilmedik” hissiyle hareket etti. Bence onu bilimsel anlamda bu kadar başarılı kılan şey de budur. O zülcenaheyn biriydi; iki kanatlıydı. Seküler-dünyevi bilgileri, gelişmeleri olduğu kadar, Batı karşısında yenilmediğini hissettiği kendi medeniyetinin değerlerini de çok iyi biliyordu ve bunları çok rahat ortaya koyabiliyordu.
Hoca aynı zamanda mahviyetkâr ve diğerkâmdı; başkalarına karşı vefa hissiyle, yardımlaşma duygusuyla doluydu. Yapmacık ya da laf olsun diye yaptığı tek bir hareketi yoktur. Asla birisinin sırtını sıvazlamak için bir şey söylediğini görmedim. Kendi üzerine giydirilmiş olunan sıfatları, tutum ve davranışa dönüştürebilmiş olan birisiydi. Mesela hepimiz şuna şahit olmuşuzdur. Evine gelenlerin hemen tamamı ilim ve yaş düzeyinde kendisinden çok daha küçük olmalarına rağmen, gelenlere ayakkabılarını çevirerek hizmet ederdi. Bu çok spontane, yani içinden gelen bir şeydi. Dolayısıyla hoca, hepimizin saydığı bu güzel davranışları da bütün günlük hayatına yansıtabilmiş olan birisidir. Hakikaten üstün kişisel özellikleriydi bunlar.
Çakır: Sedat Bey size de özellikle soruyorum bu soruyu. Çünkü siz yalnızca sağlıklı zamanlarında değil sıhhatinin bozulduğu, hasta olduğu son dönemlerde de beraber oldunuz. Hocanın insanî yönü konusunda siz neler söyleyeceksiniz?
Murat:Evet, hocanın belki de en fazla üzerinde durulması gereken yönü budur. Yani iyi bir bilim adamıydı, birikimini topluma aktarabilmesi açısından da örnekti. Fakat bilim adamı bir şekilde, her yerde yetişebilir; önemli olan insanî vasıflarıydı. Ben bu anlamda hocayı tam bir “çağdaş derviş” olarak tanımlıyorum. Hoca tam bir mutasavvıftı. Tasavvufu gerçek anlamda yaşayan bir insandı. Herkesi kucaklayabiliyordu. Hoca bunu birilerinin sırtını sıvazlamak için ya da gösteriş olsun, çok geniş bir kabul görsün diye yapmazdı. Hiçbir cemaat ya da grup gönül koymazdı hocaya.
Hoca hakikaten tamamen doğal bir biçimde İslam ahlakını yaşıyordu. Raşit Küçük’ün cenaze günü yapmış olduğu konuşmada belirttiği gibi “Peygamberi olmayan bir dönemin sahabesi gibi yaşadı” Sabahattin Hoca. Çizgisini değiştirmedi. Çok doğal olduğu için geniş kabul gördü. Bu konuda çok samimiydi, herkes hocaya inanırdı. Müsamahalıydı da; insanları sosyal, ekonomik ve psikolojik durumlarına göre değerlendirmemizi tavsiye ederdi. Hocanın önemli bir özelliği de zandan kaçınmasıydı. Yani “İnsanları sadece o andaki hal ve hareketleriyle, görüntüsüyle, söyledikleriyle değerlendirmeyin; hemen ön yargıda bulunmayın” derdi ve bunu bize defalarca örnekler vererek anlatmıştı. Mesela hoca, bir gün Necmettin Erbakan’la birlikte Kazakistan’da iken asansörde körkütük sarhoş bir Kazak’la karşılaşıyor. Kazak “Türk müsün?” diyor hocaya. Hoca “Evet Türküm” diye cevaplıyor. “Müslüman mısın?” diye soruyor. Hoca da sarhoş olduğunu fark ederek, biraz hızlı biçimde “Evet Müslüman’ım” diye cevaplıyor. Adam kaşlarını dikiyor hocaya, “Elhamdülillah Müslüman’ım desene” diyor. Hoca bunu birkaç defa anlatmıştı. Fakat şunu da belirteyim; hoca belli konularda çok hassastı; bun hassasiyet göstermeyen insanları ciddi fırçalardı. Yani hoca çok mülayimdir; hayatta hiç kimseye kızdığını düşünemezsiniz. Ama özellikle de duyarlı olduğu ve hepimizin duyarlı olması gereken konularda hocanın öyle bir gazaba geldiğini bilirim ki...
Çakır: Hoca bir taraftan güzel bir insan, iyi bir aile reisi ve mükemmel bir ilim adamı. Ama kendi iç dünyasında kalan bir insan da değil. Toplumun içinde, teşkilatçı, vakıfçı olan bir insan. Bu yönünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Orman: Türkiye’deki hayır faaliyetlerinin hemen hepsinde Sabahattin Hoca vardı. Emekliliğinden öncesinde de sonrasında da böyleydi. Vakıfların yönetiminde, toplantılarında, konuşmacı, müzakereci yahut oturum başkanı olarak bulunurdu. Hakikaten tabir belki yeterli değil ama “sosyal” biriydi. İlim adamıydı, tamam, ama aynı zamanda kâmil manada bir cemiyet adamıydı.
Çakır: Hangi kuruluş ve kurumlarda ete kemiğe bürünmüştür hocanın faaliyetleri Numan Bey?
Kurtulmuş:Şimdi sivil toplum kuruluşları deyince çok rahatız. Camiadan bir çırpıda 300 tane sivil toplum kuruluşu sayabiliriz herhalde. Sabahattin Hoca, bu konuda bilhassa Türkiye’de çok partili hayatın başladığı dönemlerde çok anlamlı işler yaptı. Sizin tabirinizle ete kemiğe bürünmüş faaliyetlerini bilhassa 1951’de kurulan İlim Yayma Cemiyeti’nde gerçekleştirdi. İktisadi hayatla olan ilişkisi de bununla aynı döneme rastlayan Pancar Motor’un kuruluşuyla başlar, bu da Türkiye’nin sanayileşmesi meselesine katkısı bakımından önemlidir. Bu iki hususun Sabahattin Hoca’nın hayatında önemli bir yerinin olduğunu çok iyi biliyorum. Sabahattin Hoca, bilhassa İlim Yayma Cemiyeti’nin kuruluşundan itibaren, adı gibi “ilmi yaymak” için kurulan bu cemiyetintam merkezinde bütün gücüyle yer alıyor. Hatıralarını anlatırken de ilk açtığı dosya İlim Yayma Cemiyeti dosyasıdır. İlim Yayma Cemiyeti de, hakkını vermek gerekir ki Türkiye’deki bütün hayır kuruluşlarının kurucusudur, anasıdır.
Çakır: Sedat Bey, tam da Numan Bey’in bırakmış olduğu yerden aynı soruyu size değişik bir şekilde sormak isterim. 1950’lerde hocamız bu cemiyetçiliğe, vakıfçılığa başladı da sonra bıraktı mı, yoksa ömrünün sonuna kadar hocanın cemiyetçiliği devam etti mi?
Murat: Hoca o yıllardan itibaren hiç durmadan, ara vermeden ömrünün son günlerine kadar çağırıldığı her organizasyona, her talebe kuruluşunun toplantılarına bizzat gitmiştir. Emekliliğinden sonra, yaşlılığının ilerleyen dönemlerinde de bu vasfını yitirmemiştir. Ramazan’da ben hocanın evinde kaldığını hatırlamıyorum. Her akşam bir yerde konuşma yapardı. Ve namazı ayakta kılardı. İlerlemiş yaşına rağmen hoca son zamanına kadar böyle devam etti. Ramazan Bayramı’ndan sonra hocanın ağrıları çok arttı. Yani vefatından bir buçuk ay öncesine kadar. Ondan sonra da bir yerlere gidemedi.
Çakır: Hocamızın, sosyal hayatını konuştuk. Kuşkusuz sosyal hayatı siyasi hayattan ayırmak çok zor. En azından keskin bir ayrım yapmak mümkün değil. Sabahattin Zaim Hoca siyaseti etkileyen bir figür, ama belirgin bir siyasal kimliği de yok. Sabri Bey, sizce hocanın siyasetle ilişkisi, siyasi duruşu ve onun devamında da Türkiye’deki Müslümanların siyaset yapması anlamındaki rolü ve fonksiyonu nedir?
Orman: Siyaset konusunda Numan Bey daha fazla şey söyleyebilir. Ben yalnız iki noktayı ifade etmekle yetinebilirim. Birincisi üniversite mensubu olup da siyaset potansiyeli taşıyanlarla ilgili olarak, siyaset yapılabilir diye düşünürdü ama gönlü üniversitede kalınması yönündeydi. Yani üniversitede kalmayı kendisi daha çok tercih ederdi ve teşvik ederdi. Ama buna rağmen bu tavsiyesinde kendisinin dahi tutarlı olmadığı vakıa, hocanın emrivakisiyle ikimizin de içinde bulunduğu Fazilet Partisi Genel İdare Kurulu’nun teşkilidir. Biz orada hocayla beraber siyaset yaptık. Tabii hoca bu anlamda siyasette bulunmasından dolayı da bir kazaya uğradı biliyorsunuz. Zira hoca YÖK üyesiydi. Tabii o günkü YÖK yönetimi Sabahattin Hoca’nın Fazilet Partisi Genel İdare Kurulu’nda isminin geçmiş olmasını bir nimet bilerek hemen ertesi gün kendisini YÖK’ten çıkarttı.
Çakır: Siz siyasetin yoğun bir şekilde içinde oldunuz Numan Bey, sizin görüşünüz nedir?
Kurtulmuş: Şimdi tabii bir kere Sabahattin Hoca’nın siyasetten anladığı, tek başına bir siyasi parti çalışması olmasa gerektir. Onun siyasetten anladığı şeye “milli siyaset geleneği” veya Türkiye’deki dindar kitlenin siyasetteki taleplerinin karşılanması diyebiliriz. Sabahattin Hoca bir kere politik tutum itibarıyla o geleneğin içerisinde var olan birisi ve bu anlamda da siyaseti, sadece bir partiye oy vermekten ziyade bir fikriyatın toplumda kökleşmesi olarak algıladığını biliyoruz. Yani başta üniversiteler ve sivil toplum kuruluşları olmak üzere toplumsal hayatın her katmanına sirayet etmiş, örgütlenmiş bir siyasal tutumu benimsiyordu. Bu açıdan Sabahattin Zaim Hoca, iki partili sistem içerisinde Demokrat Parti’ye daha yakın duran bir çizgideydi hiç kuşkusuz. Ama ondan sonra MP, YTP, MNP, MSP çizgisinde gelişen milli siyaset geleneğinin bir ferdidir. Siyasi damar olarak oradan gelen birisidir. Bu anlamda Sabahattin Zaim Hoca MSP’nin temsil ettiği siyasi geleneğin içerisinde hareket eden, ama diğer siyasi gelenek mensuplarınca da benimsenen; doğru, âlim adam olduğu üzerinde ittifak edilen bir isimdir. Dolaysıyla Sabahattin Zaim’in siyasal tutumunda bir karışıklık yahut kapalılık yoktur. Kendisi tabii o dönemdeki Türkiye’nin demokrasiye geçiş sürecine, çok partili hayatın yerleşip kökleşmesine birebir şahit olmuştu. Hatıralarında muhtemelen yer alacaktır; 1960 darbesinden sonra darbe hükümeti tarafından kendisine bakanlık teklif edilmişti. Kendisi, “Bir ihtilal hükümetinin içerisinde yer alamayız” diyerek teklifi reddettiklerini anlatmıştı. Potansiyel itibarıyla farklı kesimler tarafından siyasetin içerisinde görülmek istenen; ama bu anlamda yeri belli olan bir adamdı. Yine de bunların hepsiyle iyi ilişkiler içerisinde bulundu.
Çakır: Sedat Bey hatıratını hazırlarken bir bahis de eminim ki siyasal ilişkileri, siyasete dair söylemiş, anlatmış oldukları şeyler üzerine olacaktır. Bu bağlamda aktaracağınız bir şeyler var mı bize?
Murat: Numan Bey çok güzel özetledi. Hocanın mutlaka bir siyaset çizgisi vardı. Ali Fuat Başgil 1960 darbesinden sonra bir parti kurma teşebbüsünde bulunuyor. Belli kişileri çağırıyor, hocayı da davet ediyor. Hoca diyor ki, “Ben size her türlü ilmî konuda yardım ederim. Ama ben kararımı verdim; akademisyen olarak devam edeceğim.” Hoca kaymakamlık yaparken akademisyenliği kafasına koymuş, yani bunu bir ideal olarak benimsemişti. Bu konuda idealistti ve aktif siyasetin içerisinde bulunmama kararı almıştı. Ama tabii bir siyasi çizgisi vardı. Fakat bizim anladığımızdan biraz daha geniş bakardı meselelere. Bugün hocanın talebeleri iktidarda önemli ölçüde. Kendisi bundan büyük bir haz duyuyordu.Hoca zaten her alanda talebeleri aracılığıyla fikriyatının uygulamaya geçmesini çok arzu ederdi. Ve bu tür yerlerdeki, bizim çizgimizde olduğunu düşündüğümüz kişilerin ufak bazı farklılıklardan dolayı eleştirilmesine de pek tahammül edemezdi, bunu hoş karşılamazdı. Fakat “Siyasetçilerin önemli bir çıkmazı onların etrafının bir şekilde kuşatılması ve dostlarının, samimi insanların o halkayı aşamamasıdır” da derdi. Bunu Özal ve Erbakan’ın yanı sıra şu andaki hükümette bulunan bazı kişiler için de söylemiştir.
Çakır: Benim üçünüzün aktardığından anladığım şu: Hoca siyasî bir aktör değil kuşkusuz, siyasetin “kirli” olarak addedebileceğimiz alanlarından olanca bir titizlikle uzak durmaya gayret gösteriyor. Ama bir taraftan da bilge bir kişilikle siyaseti izliyor, yön veriyor, gerekirse tavsiyelerde bulunuyor.
Sohbetimizin sonuna doğru geliyoruz. Ben izin verirseniz önemli bir fotoğraf analizi yapmanızı istirham edeceğim. 10 Aralık Pazartesi günü öğle namazına müteakiben kılmış olduğumuz cenaze namazı hakikaten arşivlerde yeri saklı kalacak bir fotoğraftı. Törene iştirak edenler bağlamında cenazenin kabre konulmasına kadar geçen süre içerisinde görmüş olduğunuz fotoğrafı nasıl tahlil edersiniz?
Orman: Doğrusu benim sekiz yılım 1990 sonrasında Malezya’da geçti. Ben dolayısıyla cenazedeki durumu mukayese edebilecek bir durumda değilim. Burada tabii ülke yönetiminin üst tabakasının neredeyse tamamının cenazede bulunmasının getirdiği özel bir durum vardı. Yani sadece hoca için değil, başka maksatlarla gelenler de vardı. Sırf civarda görünmek için cenazeye gelenlerin de olduğunu düşünüyorum. Ama onun ötesinde muhteşem bir kalabalık vardı. Sadece İstanbul’dan değil, Türkiye’nin çeşitli yerlerinden, Konya’dan, Adana’dan gelenler olduğunu biliyorum. Herkesin aynı haleti ruhiyeyi paylaşması mümkün değil. Ama yine de hocanın vefatı birçok bakımdan aslında hoş bir vefat. Kimsenin dünyada baki kalmadığını biliyoruz. Sebepler değişir, dönemler değişir, tarihler değişir; ama sonunda gidilir. Ölümü her nefis tadacaktır. Hocanınki oldukça hoş bir gidişti.
Çakır: Güzel insan gibi güzel bir gidiş mi?
Orman:Bir kere hoca bence kâmil insan örneğinin zamanımızdaki temsilcilerinden birisiydi. Sadece ahlaki ve manevi yönüyle değil, yaşıyla da kemale ermişti. Herkese nasip olmayıp, hocaya nasip olan başka şeyler de vardı. Birincisi hoca emekliliğinin semeresini bu dünyada gördü. Yani cenazesine gelen Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar gibi toplumun çeşitli yerlerinde önemli mevki ihraz eden talebelerinin bulunduğunu kendisi de biliyordu. Herkes emeklerinin karşılığını bu netlikte göremeyebilir; hoca bu mazhariyete nail olmuştu.İkincisi hoca hayattayken takdir edilmişti, vefa görmüştü; bu da her zaman rastlanan bir durum değildir. Çoğu kere insanların layıkıyla takdir edilebilmeleri için vefatları beklenir. Hoca için böyle olmadı. Hayattayken dahi son derece iyi takdir edildi, ona vefa ve kadirşinaslık gösterildi. Bunu öğrencilerinin onun çevresinden hiç eksik olmaması; çeşitli kurumların kurdukları okullara, kültür merkezlerine onun ismini verişi; yine bazılarının hoca daha hayattayken onun adına toplantılar tesis etmesi gibi pek çok örnekte görebiliriz. Bunlar bizim cemiyetimiz açısından da kayda değer, öğretici davranışlardır. Yani bizim toplumumuz da aslında Sabahattin Hoca örneğinde iyi bir imtihan verdi. Onu takdir etti, vefalı davrandı ve hayatında önem verdiği değerler cinsinden taltif etti. Eğer bu saydıklarımın bir kısmı olmasaydı, emeklerinin karşılığını görmeseydi, takdir edilmeseydi, onun vefatı karşısında ben daha çok burukluk hissederdim. Ama hocanınki, dediğim gibi, hem hocanın şahsı bakımından hem de bizim cemiyetimizin performansı açısından güzel bir hadiseydi. Beşerî açıdan elbette, Peygamber Efendimizin kendi oğlunun vefatı olayında söylediği gibi, göz yaşarır, kalp de mahsun olur. Dolayısıyla tabii gözlerimiz yaşardı, gönüllerimiz hüzünlendi; ama genel bir değerlendirme yaparsak, hocanınki güzel bir ölümdü.
Çakır: Numan Bey, siz kalabalığın hem ön hem de arka tarafında bulundunuz, son ana, hoca kabre yerleştirilinceye kadar sizin gördüğünüz fotoğraf nasıl bir fotoğraftı?
Kurtulmuş:Herhalde benim çok objektif bir değerlendirme yapmam mümkün değil. Yani her ne kadar şartlar Sabri ağabeyin söylediği gibiyse de, hakikaten derin bir üzüntü duyduk hocanın vefatından. Tamamen katılıyorum Sabri ağabeyin söylediklerine; ama sonuçta tekrarı gelmeyeceğini bildiğiniz ve çok yakın olduğunuz bir insanı kaybediyorsunuz. O anlamda bizim değerlendirmelerimizin biraz da sübjektif olması ihtimali var. Ama uzunca bir süre düşündüğüm ölümle hayat arasındaki ilişki üzerinden kendime şöyle bir çıkış bulmuşumdur: Aslında hayatla memat arasında çok büyük bir fark yok. Sadece bir perde var, perdeyi kapatıp öte tarafa geçiyorsunuz. Sabahattin Hoca’nın cenaze töreni uzunca yıllardır tasavvur ettiğim şeyin bir pratik uygulamasıydı. Bütün üzüntülerimize, elemlerimize, kimi zaman dışımıza kimi zaman içimize akıttığımız gözyaşlarına rağmen, Sabahattin Hoca sanki o törende bize bir perdeyi açıp, öte tarafa gittiğini gösterdi. Evinin bir odasından diğerine geçer gibi. Bunun ne demek olduğunu ben o cenaze töreninde hissettim. Hangi amaçla geliyor olursa olsun, onu tanıyor olsun olmasın, katılanların büyük çoğunluğunun ailesinden bir ferdi kaybetmiş gibi bir hüzün içerisinde olduğunu gözlemledim. Evet devlet erkanı oradaydı; ama devletin törensel ağırlığı ve soğukluğu orada yoktu. Orada millet vardı, bu çok önemli bir şey. Herkes derin bir üzüntü içerisindeydi. Beni cenaze törenlerinde en çok etkileyen şey “Nasıl bilirdiniz?” sorusudur. Yüzlerce cenaze törenine katıldım, böyle kalabalığın olduğu birçok cenaze töreni gördüm. Ama ben o soruya bu kadar yürekten, içten ve bu kadar gür bir şekilde “İyi bilirdik” dendiği başka bir tören hatırlamıyorum. Bu her kula nasip olmayacak bir cenazedir. Razı olmuş ve razı olunmuş bir kul olarak öte tarafa gittiği hissi herkeste galip olan histir. Allah rahmet eylesin, hakikaten her bakımından latif bir cenaze töreniydi.
Çakır: Sedat Bey, siz ne eklersiniz aynı sual çerçevesinde?
Murat:Ben şöyle diyorum; hoca gerçekten Numan Bey’in bahsettiği gibi, layık olduğu şekilde uğurlandı. Hoca çok az insana nasip olacak şekilde, çok güzel yaşadı. Hayatındaki muhteşem tablo, adeta cenazeye de yansıdı. Sevenleri, sağlığında hocaya vermiş oldukları değeri vefatında da ortaya koydular.
Çakır:Bir cenaze için muhteşem kelimesi ne kadar uygun düşer bilmiyorum; ama hakikaten benim de gördüğüm fotoğraf muhteşem bir fotoğraftı. Ben tabutun yanındaydım ve bir adamcağız geldi, Fatiha’sını okudu. “Ben Adana’dan geliyorum. Adana’daki arkadaşların da selamı var, hocaya da rahmet diliyorlar” dedi.Böyle birkaç kişi daha geldi. Muhtelif şekilde yapmış olduğum telefon görüşmelerinde de Anadolu’nun her bir yerinden, hoca için aynı duygu içerisinde taziyeler geldi. Hoca nihayetinde bir siyaset adamı değildi. Bir üniversite mensubu olarak ülkenin tamamında, Edirne’den Kars’a kadar adeta, bu duygularla anılması yâd edilmesi, hakikaten muhteşemdi.
Sözlerimize, sevgili hocamıza “Allah rahmet eylesin, makamın cennet olsun” diyerek son verelim. O bizim için bir örnek şahsiyetti. Bizim gibi hocayı yakından tanıyanlara düşen de bu yüzyılda nasıl adam gibi bir adamın, güzel bir adamın yaşadığını anlatmak, Sabahattin Zaim Hoca’yı gelecek nesillere lâyıkı veçhiyle tanıtmak olacaktır. Dileğimiz odur ki bundan sonraki nesillerde de Allah, Sabahattin Zaim Hoca gibilerin sayısını çoğaltsın.
Hepinize çok teşekkür ederim.
Paylaş
Tavsiye Et