“Basiret, en siyasi erdemdir.” Hannah Arendt
‘‘EN temelde Kürt sorunu, … Kürt halk gerçekliğinin … siyasal ve en temel insani haklarının inkarı ve reddi sorunudur. Kısacası Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşememe sorunudur.” Bu ifadeler, Hakkari’nin Dağlıca mevkiinde düzenlenen PKK saldırısı sonucunda kaçırılan askerlerin ‘kurtarılması’ süreciyle yeniden gündeme oturan DTP’nin düzenlediği “Demokratik Toplum Kongresi”nin sonuç bildirgesinde yer alıyor. Aslında bu bakış açısı, DTP’nin de bütün bu süreçte bir hayli sorunlu taraflarının olduğunu ortaya koyuyor. Var olan sorun, içinde sadece hikayenin böyle yazılmasıyla geçiştirilemeyecek kadar karmaşık noktalar barındırıyor.
DTP, HEP ile başlayan ve sürekli kapatılmalara maruz kalan bir siyasi çizginin son halkası. Bugünlerde açılan son kapatma davasıyla bu halkaya yeni bir tanesi eklenecek belki de. Ve en azından potansiyel olarak siyaset yapmanın biçimsel koşullarını yerine getirmiş bir oluşumun bir kez daha yolu kesilecek. Ama tam da bu noktada, ısrarla izini sürmemiz, cevap aramamız gereken bir nokta var: Bir “siyasi parti” olarak DTP, gerçekten siyaset yapmak, bu mekanizmanın içinde kalmak, bu iradeyi göstermek istiyor mu?
Her şeyden önce bugün DTP’nin de yürüttüğü ‘kimlik’ siyasetinin sıkıntılarını bir kez daha vurgulamak gerekiyor. Kimlik temelli siyaset güdenlere her zaman sorulması gereken soru, kendi siyasetlerinin yegane gayesi olarak varsaydıkları ve talep ettikleri hakkın elde edildiğinde “ne olacağı” olmalı. Burada önemli olan, böylesi bir hakkın gerçekte “ne” anlama geldiği yahut onun elde edilip edilmemesi değil. Önemli olan nokta, ister kişisel düzlemde ister siyasi düzlemde bütün varoluşunuzu bu tarz bir mutlak kimlik üzerinden tanımlıyor oluşunuz. Dolayısıyla da DTP, “Kürt halk gerçekliği”nin kabul edilmesini talep ettiği oranda sürekli olarak siyasetin imkanlarını iptal eden bir tutumun üretici zeminini hazırıyor. Çünkü var olan bütün bir sorunu bu noktaya indirgemek, neredeyse pornografik bir şekilde bu hak talebinin sizi esir alması anlamına geliyor.
Evet, Kürtler gerçekten birtakım sıkıntılar yaşamış, şiddet mekanizmalarına maruz kalmış olabilirler. Ama bu hikayeyi sadece bir grubun kişisel tarihi üzerinden okumak, öteden beri var olan sıkıntıların anlaşılmadığının bir kanıtı. DTP, siyaseten evrensel ve geçerli kodlar üretmek yerine sürekli olarak, devletin en başından belirlediği alanın içinde kendini tanımlamayarak, onun kurduğu tuzağa düşmekten kendini alamıyor. Devletin “Bu ülkede ‘Kürt’ yoktur!” demesiyle “Hayır, bu ülke Kürtlerle doludur” demek arasında, bu ifadelerde yüklü olan ‘şiddet’ göz önüne alındığında, hiçbir fark yok. Sorun, bu ülkede Kürtlerin var olup olmaması değil. Elbette bu ülkede Kürtler vardır ve asıl önemli olan da, Kürtlerin nasıl bir politika izleyerek kendilerini de aşan bir evrensel norma varıp varamadığıdır. Sorun, bir anlamda bütün milliyetçi, şiddet üreten mekanizmaların her defasında neyi örttüğünün tespit edilmesidir.
Öte yandan gerçekten de DTP, kurallarını kendisinin belirlemediği bir siyaset arenasında mücadele ediyor. ‘Meşru’ şiddetin yegane sahibi olan gücün alanında ‘siyaset’ üretiyor. Ama bu koşullara rağmen, DTP’nin üretmeye çalıştığı siyasetin verdiği imge, gerçek anlamda siyaset üretmek istemediğini gözler önüne seriyor. DTP, bir yandan seküler bir paradigma üzerinden ‘bölge’nin sorunlarını dile getiriyor; diğer yandan da son seçimde kendi mahallesinde façasını bozan AKP’yi “İslamcı, oligarşik, inkarcı ve çıkarcı” olarak değerlendirerek ‘bölge’ye nasıl da yabancılaştığını gözler önüne seriyor. Çünkü AKP’nin bölgede böylesine büyük bir oy alması, bölge halkının tekrar ‘bilinçsizleştiği’nin bir göstergesi olarak değerlendiriliyor. Bu bakış ise, bölge halkının ‘cahilliği’ne yöneltilmiş ‘aşağılayıcı’ bir algıdan başka bir anlama gelmiyor ne yazık ki.
Bütün bunların yanı sıra, görece daha ılımlı bir isim olan Aysel Tuğluk’un 28 Ekim 2007 tarihinde Radikal gazetesinde yayımlanan yazısında net bir şekilde ortaya koyduğu gibi, bütün siyasi projelerini AB’nin ‘kriterleri’ne göre hizalayan bir siyasi oluşum, asli bir ‘siyasi’ varoluş ortaya koyamaz. Siyaset üretmek başlı başına bir değer değildir. Siyaset, ister kişisel düzlemde, ister toplumsal düzlemde olsun ‘sahihlik’ derdini güttüğü oranda anlamlıdır. DTP ya da bundan önce aynı çizgideki partilerin verili olarak kabul ettiği bir ön kabul var: Kürt olmak doğası gereği politik olmak anlamına gelmektedir. Belki her Türk değil, ama hiç şüphe yok, her ‘Kürt’ politik doğar. Ve bölgeden ‘çıkacak’ her oluşum, sadece bu doğal durumu ortaya koymakla sorumlu tutmaktadır kendini. Doğası gereği politik olan Kürt kimliğinin temsiliyeti, sizi yegane siyasi kılan eylemdir. Oysa siyaset sanılanın aksine hiç de bu kadar kolay tanımlanabilecek bir temsil ilişkisine sahip değildir.
Böylesi bir siyaset tanımı, hem “bölgenin hikayesi”ni tek bir noktaya indirgiyor hem de kendini inanılmaz güçlü bir koruyucu zırhla kaim kılıyor. Bu sağlam temsil ilişkisi, paradoksal bir şekilde kendisini sürekli bir tür tehdit olarak algılamasıyla, her defasında “Bizi nasıl olsa kapatacaklar!” gibi siyaseten tavır alıştan uzak bir duruş ortaya çıkartıyor. Çünkü bölgenin hikayesinin ta en başından beri aşırı ajitasyonu, salt kimlik temelli, o çok tekrarlanan “bölgenin/bölge halkının realitesi”ne uzak tavır alış, gerçekten de siyaset yapmanın önünü kapatmak anlamına geliyor. Ülkenin bütün demokratikleşmesini Kürt meselesine indirgeyen siyasetsizlik, DTP’nin aşırı kırılgan siyaseti, bu partinin kendisini eleştirmenin neredeyse mümkün olmadığı bir yere koymasını sağlıyor. Bu yüzden de bölge halkının sorunlarına kendisi gibi bakmayan her oluşum oligarşik, inkarcı, çıkarcı ve son kertede devletçi oluyor. Oysa bir kez daha belirtmek gerekir ki, bu sözde siyasetin önünü açtığını düşündüğümüz söylem, bizlere ve bölge halkına Devlet ile DTP haricinde tercih yapmaktan başka bir seçenek bırakmıyor. Bu durum ise bölgeyi ve onun sorunlarını var olan diğer bütün sorunlardan ayrı düşünmemizle, bir yandan da inanılmaz derecede yoğun bir sembolik şiddete maruz kalmamızla sonuçlanıyor.
Asıl büyük sorun, DTP’nin PKK’yla arasına değil, kendi yazdığı hikayedeki imgesel şiddetle arasına mesafe koyamaması. Unutmamak gerekir ki, iktidarın en büyüğü, en güçlü olanı, önce kendi kendimize uyguladığımız iktidardır. DTP bütün bu hikayedeki şiddet unsuru olmaya devam ettiği oranda her defasında siyaset yapmamanın yollarını var kılmaya devam edecek. Ve asıl yüzleşilmesi gereken de, tam da kendini siyaset yapmaya kapatan bu tavır.
Paylaş
Tavsiye Et