ÜZERİNDE hiç derinlemesine düşünmedikleri ve sadece alışkanlık haline getirerek biteviye tekrarlayıp durdukları cümleler sayesinde Hakikat’e katılmayı uman kimseler için, ‘Hakikat’ sadece süslü cümlelerden ibarettir. Halbuki onların dillerine doladıkları o büyük cümleleri kuranlar, o manevî yükün ağır bedelini de hayatlarıyla ödemişlerdir. Hayatlarını Varlık’ın kendini açtığı bir süreç haline getirmiş ve Varlık’ın kendini ilan etmesine izin vermişlerdir. Gerçek erenler, Hakikat ve Varlık adına konuşma cür’etinden vazgeçip, Varlık’ın onlardan konuşmasına izin vermişlerdir. Asıl tevazu budur. Hakikat’e ve Varlık’a katılmak böyle olur. Kendi hayatını az evvel tespit edilen temel ilke ışığında Varlık’ın kurduğu ezelî ve ebedî bir cümle haline getiren Mevlâna Celâleddin Rumî (k.s.), bundan 800 yıl evvel dünyaya teşrif etti. Mesnevî-i Manevî’nin sahibi, asırlar boyunca gerçeğin arayıcılarını peşinden sürükledi, sürüklüyor. “Ben tanrı değilim, sadece beşerim, ama bana vahyolunuyor” diyen bir peygamberin varisi olarak, o da aynı tevazu ile “Ben peygamber değilim, sadece Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum” dedi. Onun adıyla anılan yolun (tarîk-i Mevlevî) takipçileri, besteledikleri eserler, tertip ettikleri divanlar, meşk ettikleri hüsnühatlar, inşa ettikleri binalar ve daha pek çok görsel ve işitsel eserlerle İslam kültürü içerisinde muazzam bir estetik algının oluşmasına katkı sağladılar. Onlar Hakikat’in sesini işitip vecde gelerek cezbe halinde birer pervane oldular ve Hakikat şem’inin etrafını tavaf ettiler. O sebeptendir ki, bu hale ‘semâ’ denildi. Gerçi semâ tasavvuf geleneğinde çok eski bir uygulamaydı, ama kemal manasıyla koreografisini Mevlevîlik içerisinde kazandı.
“Kini olanın dini olmaz” düsturunu gönüllere nakşeden Hazreti Pîr’in 800. doğum günü vesilesiyle, nükleer tehlikenin, kavurucu savaşların ve ansızın patlayıveren bombaların kuşattığı 2007 yılı, BM (Birleşmiş Milletler) ve UNESCO (Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı) tarafından “Mevlâna Yılı” ilan edildi. Bazıları böyle bir kararı yadırgayarak, bize ait bir değerin bu şekilde yozlaştırıldığını düşünse de, bu kanaatimce doğru bir tutum değildir; çünkü bizler Hazretin sahibi değiliz, fakat hâdimiyiz (hizmetkârlarıyız). O bize ait değil, biz O’na aitiz. Çünkü o ‘Mevlâna’dır; yani mevlâmızdır (bizlere sahip çıkandır) ve O’nun muhatabı bütün insanlıktır.
Bir Tüketim Kültürü Olarak “Mevlâna Endüstrisi”
Kültür araştırmalarının önemli temsilcilerinden biri olan Theodor W. Adorno, kapitalizmin yığınları etkisi altına almak için âdeta bir fabrika gibi seri ürettiği ucuzcu haz kültürünü “kültür endüstrisi” olarak adlandırmıştı. Ona göre, insanları sığlaştıran ve bayağılaştıran bu ‘kültür’, tehlikeli bir şekilde insanlara “düşük zevklerle yetinmeyi” öğretir ve ürettiği sahte ihtiyaçların giderilme yollarını da göstererek kendine olan bağımlılığı artırır. Gerçek ihtiyaçlar ise hürriyet, yaratıcılık ve sahici bir mutluluktur.
Kültür endüstrisi artık yalnızca nevzuhur ikonlar üretmekle yetinmiyor; klasik kültürün temel figürlerini de dönüşüme uğratıp amansızca tüketiyor. O hiçbir şeyi karşısına almıyor; fakat dönüştürüp bünyesine katarak kartopu gibi büyüyor. Çelişkilerden meydana geldiği ve bu sayede serpilip büyüdüğü için, tutarlılık gözetmekle güç ve zaman kaybetmiyor, çelişkiden korkmuyor. Öyle ki, mesela Che Guavera ve Marx’ı da popüler ikonlara dönüştürebiliyor. Yani düşmanını “içini boşaltıp dönüştürerek” alt ediyor. Bir zamanların baş düşmanı “Kızıl tehlike”nin başına gelen bu “içini boşaltma” edimi, acaba şimdilerde “Yeşil tehlike”nin de mi kaderi oluyor?
“Mevlâna Yılı” dolayısıyla ülkemizde çeşitli faaliyetler tertip edildi. Ne yazık ki, söz konusu faaliyetlerin birçoğu ‘semâzen’ figürünün yukarıdaki tanımdan ve anlamdan nasıl boşaltıldığına örnek teşkil ediyor. Orhan Şallıel’in marifetiyle Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’nda gerçekleştirilen Rumi Senfonik Gösteri’de semâzenlerin yanı sıra, senfoni orkestrası ve tasavvuf sazları, polifonik koro ve tasavvuf korosu, anlatıcılar, DJ’ler, virtüözler, dansçılar, hafızlar ve neyzenler “ortaya karışık” bir sahne performansı sergilediler. Mercan Dede Ensemble sayesinde, eteklerini savurarak aklı yele veren kırmızı tennureli “seksi kadın semâzen” konsepti gündemimize girdi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin öncülüğünde şehrin meydanlarında habire semâzenler çark etti. Sonra neo-muhafazakâr İslamcıların düğün-dernek merasimlerinde “İslami dansöz” olarak göründü semâzenler. Gerçi alınlarına para yapıştırılmadı, tennurelerine yüz dolarlar sıkıştırılmadı ama yine de herkes memnundu bu manzaradan. Siyasiler kürsüyü ele geçirdikleri vakit Hazreti Pîr üzerine sığ ve sıkıcı nutuklar çekiyor, iyiden iyiye ‘hoşgörü’ tellallığına soyunuyorlardı. Sahi, acaba Monlâ-yı Rûm bu manzaraya şahit olsaydı, kurulan bu panayırı görseydi, kendisini metalaştırarak bir fetiş nesnesine dönüştüren bu kirli ticareti ve pazarlıkları ‘hoş’ görür müydü?
Biz Kimiz ve ‘Şimdi’ Üzerimize Düşen Görev Ne?
21. yüzyıla giren dünya, yeni buhranlara gebe. Dünya sistemi çökerken, enerji ihtiyacının doğurduğu savaşlar, gelir dağılımındaki büyük eşitsizlikler, artan bedensel ve psiko-manevî sağlık sorunları ve daha birçok gerilim alanıyla yüzleşen gezegenimizin, herkese ‘insanlığını’ ve sorumluluklarını hatırlatacak manevî önderlere ihtiyacı var. Çağlara nefhasıyla hayat bahşetmiş bir veli olan Mevlâna’nın eserlerine tüm dünyada gösterilen teveccüh, insanlığın ruhundaki ıstırapların bir nişanesi. Herkes bir çare arıyor derdine. İşte “Mevlâna Yılı” böyle bir bağlamda ilan ediliyor.
Bu büyük resmi görüp hedeflerini ona göre belirlemek, Türkiye’nin hem insanlığa hem de bağrında yaşattığı Mevlâna’ya karşı sorumluluğudur. Hedef, bütün insanlığın bu anlamlı yönelişine rehberlik edecek bir önderlik bilinci içinde olmak ve tarihî sorumluluğuna uygun düşen eylem planları yaparak süreci yönetmektir. Çıtayı ne kadar yukarıda tutarsanız, tesiriniz o kadar büyük olur. Şayet halihazırdaki hedefler bu şuurla bağdaşmıyor ve sadece “turizmimize katkı sağlar” endişesiyle günübirlik ve eğlencelik bir tarzda yapılıyor ise, o zaman gösterilen çabanın meyvelerinden umutlanmak beyhudedir; zira dar ufuklar geleceği kucaklamaktan acizdir. Gününü kurtarmayı ve yüzyılların birikimini çıkarları uğruna gözünü kırpmadan satıp savmayı ‘marifet’ sayanların, Hazreti Mevlâna’nın bahsini ettiği Marifet makamından nasibi olamaz. Hazret’in manevî şahsiyetine karşı işledikleri bu büyük suç sebebiyle onlara düşen, yalnızca ebedî bir pişmanlık ve hüsrandır. “Bakmaz deyü bildiğimiz” Rum Mollası’nın manevî şahsına karşı toplum olarak “el-hak hatâ etdik, hatâ!” Öyleyse şimdi Şeyh Galib’in mısralarıyla ondan özür dileyip, tarihî sorumluluğumuzu hatırlamanın vaktidir:
Düşdüm yine kaldır beni
Yâ Hazret-i Monlâ-yı Rûm
Bakmaz deyü bildim seni
Yâ Hazret-i Monlâ-yı Rûm
Lûtfunla mesrûr et hemân
Afv eylemezsen iş yaman
Cürmüm bilip geldim emân
Yâ Hazret-i Monlâ-yı Rûm
El-hak hatâ etdim hatâ
Bin şerm ile geldim sana
Sorma günâhımdan bana
Yâ Hazret-i Monlâ-yı Rûm
Sen Gâlib’in mevlâsısın
Ser-mâye-i ihyâsısın
Lûtf u kerem deryâsısın
Yâ Hazret-i Monlâ-yı Rûm
Paylaş
Tavsiye Et