YENİ YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan, Ulusal Öğrenci Konseyi’nin açılış toplantısı sonrasında öğrencilerle yaptığı sohbet sırasında dile getirdiği ve daha sonra Gaziantep’e yaptığı seyahatte gazetecilerin soruları üzerine tekrarladığı açıklamalarıyla üniversiteye ilişkin yeni bir tartışmanın başlamasına vesile oldu. YÖK Başkanı’nın gazetelere yansıyan açıklamaları iki noktada yoğunlaşıyor: (1) Paralı üniversite eğitimi, (2) Burslu asistan istihdamı. Ulusal Öğrenci Konseyi sonrasında bir öğrencinin sorduğu “Herkes üniversite mezunu olmalı mı?” sorusuna “Hayır, olmamalı” cevabını veren YÖK Başkanı, “üniversite kapısındaki yığılmanın nedenlerinden biri” olarak “okulların parasız” olmasını görüyor. (Bu yıl, ÖSS imtihanına 1,2 milyon öğrenci girecek ve ancak yarısı bir lisans programına kayıt yaptırma hakkı elde edebilecek.) Üniversitelerin bedava olmasının “hiçbir yerde görülmediği”ni ifade ettikten sonra “Bunun yerine öğrencilere paralı yapsak, isteyene 8-10 bin YTL kredi versek, sonra bunu bize geri ödese. Daha iyi değil mi?” diye de çözüm önerisini sunuyor.
YÖK Başkanı’nın aynı konuşmasında söylediklerinden, bu şekilde “hiç olmazsa üniversitelerin kendi ayağının üzerinde durması”nın da sağlanacağını düşündüğünü anlıyoruz. Başkan, üniversitelerin finansmanının, burs ya da kredi imkanlarıyla desteklenecek öğrenciler eliyle sağlanmasının “istihdam sorunu”nun çözümünde de etkili olabileceği kanaatini taşıyor. Bunu da şöyle ifade ediyor: “Herkesin üniversite mezunu olma çabasına anlam veremiyorum. Birçok kişi boşta gezmemek ya da askerlik için üniversitede okumak istiyor. Bunun ideali, herkesi üniversiteye taşımamak ve diğerlerini yüksek teknik okullara ve yüksek meslek yüksekokullarına yönlendirmektir. Bu sayede en azından istihdam sorunu çözülür.”
YÖK Başkanı, araştırma görevlisi kadroları için de burs sistemine geçilmesinin uygun olacağını ifade ediyor: “Araştırma görevlileri beş yıl burslu kalsınlar. Bursları bittiğinde eğer başarılı olurlarsa kadroya geçip devam etsinler; ama olamazlarsa kendilerine üniversite dışında iş arasınlar diye düşünüyoruz.” (Mevcut uygulamanın, 50/d maddesi sayesinde, aslında tam da Başkan’ın görmeyi arzuladığı şekle dönüşmekte olduğunu ve kısa zaman içinde de iyice yerleşeceğini belirtmekle yetinelim!) Araştırma görevlileri için genel bir sınav yapılmasını planladıklarını da ekliyor. Anlaşılan bununla, akademik kadroların kalitesinin yükseltilmesi hedefleniyor.
Yükseköğretim Kurulu, kuruluşundan bugüne ciddi sıkıntılar yaşıyor ve aynı zamanda da yaratıyor. Türkiye’deki yükseköğretim sistemini düzenlemek üzere kurulan bu kurul, bugün itibarıyla, büyük ölçüde ideolojik yaklaşımların hegemonyası altında ve kendi işi olmayan konularda ülkede kimi zaman düşük kimi zaman yüksek yoğunluklu olarak devam eden çatışmanın bir tarafı olarak fikir beyan ediyor. Yeni başkanla birlikte bu görünümünden uzaklaşacağı beklenebilir; fakat söz konusu gerilimi -en azından belli bir süre daha- kendi içinde yaşayacağı da aşikâr. O nedenle, YÖK Başkanı’nın yapmış olduğu bu son açıklamalar, kurumun bundan sonra kendi asli işlerine daha fazla yoğunlaşacağını göstermesi açısından anlamlı ve önemli.
Başkan’ın konu ile ilgili açıklamaları, kendi şahsi düşünceleri olmaktan öte bir boyut taşıyor mu meçhul. İlerleyen zamanda, bu düşüncelerin kurumsal ve uygulamaya dönük bir yanının bulunup bulunmadığı elbette görülecektir. Fakat Başkan’ın açıklamalarının satır aralarından, dile getirdiği meselelerden en azından bir kısmından -örneğin araştırma görevlileriyle ilgili olanlarından- Başbakan’ın haberdar olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Üniversitelerin -elbette Başkan’ın da, bizim de kastımız “devlet üniversiteleri”dir- paralı olup olmaması konusunu ise daha geniş bir çerçevede, eğitim sistemimizin ve hatta Türkiye’nin bütünlüğü içinde bir yere yerleştirmek suretiyle tartışmak gereklidir. Bu bütünlük içinde değerlendirildiğinde ortaya çıkacak ilk sonuç; üniversitelerin paralı ya da parasız olmasının, tek başına, akademik kalitenin ya da istihdam problemini çözmenin garantisi olmadığıdır. (Kaldı ki, Türkiye’de üniversiteler “parasız” değildir, hele hele “bedava” hiç değildir. Devlet üniversitelerinde okuyan öğrenciler, vakıf üniversitelerine kıyasla çok düşük de olsa, bir “ücret” ödemektedirler. Öğrencilerin hatırı sayılır bir kısmı, bu miktarı ödemek için devletten kredi almaktadır: Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun “katkı kredisi” vermeye devam ettiği öğrenci sayısı, 2007-2008 öğretim yılı için 568 bin civarındadır. Aşağı yukarı aynı miktarda öğrenciye de “öğrenim kredisi” verilmektedir. Lisans düzeyindeki toplam öğrenci sayımızın yaklaşık 850 bin olduğu düşünülürse rakamın ciddiyeti ortaya çıkar. Buna bir de, üniversiteye girene kadar gerek ilk ve ortaöğrenim kademelerinde, gerekse de özel dershanelerde yapılan ödemeler eklendiğinde Türkiye’de eğitimin “bedava” değil, hatta oldukça paralı ve pahalı bir süreç olduğu ortaya çıkacaktır.) Dünyadaki farklı uygulamalara bakıldığında bu durum daha açık bir biçimde anlaşılacaktır. Almanya veya Fransa’daki uygulamalar ABD’dekinden ya da İngiltere’dekinden farklıdır. Fakat her iki örnek de, tartışmaya başlangıç teşkil eden akademik kalite ve istihdam problemleri açısından, Türkiye’deki uygulamadan çok daha başarılı sonuçlar vermiştir, vermeye de devam etmektedir. Bu gerçek bize, meselenin, yalnızca üniversite ile sınırlı bir problem olmadığını, dolayısıyla problemin de yalnızca üniversitelerin finansmanı probleminin düzenlenmesiyle çözülemeyeceğine ilişkin bir ipucu vermelidir.
Üniversiteler eğitim sistemimizin en üst safhasını teşkil eden kurumlardır. Yani ancak bu bütün içinde bir yeri ve anlamı vardır. Bütünü ihmal eden bir yaklaşım, ne üniversitelerin problemlerini tespit edebilir ne de bunları sağlıklı bir çözüme kavuşturabilir. Üniversitelere giriş sürecinde “özel dershaneler”in ortaeğitim kurumlarından çok daha fazla önemli görüldüğü bir eğitim sisteminde, bütünle ilgili çok ciddi bir problem var demektir. Ayrıca “üniversite mezunu, diplomalı işsiz”ler ordusu, aynı zamanda ekonomi ve ekonomi-eğitim ilişkisiyle ilgili de bir sorundur. Yine lisans -ve lisans-üstü- eğitimdeki yığılmanın askerlik sorunuyla ilişkilendirilmesinden, üniversitelerin aynı zamanda sosyo-kültürel ve siyasal problemleri olduğu anlamını da çıkarmamız mümkün.
Bu değerlendirmelerden de kolaylıkla anlaşılacağı üzere, üniversitelerimizle ilgili sözü edilen sorun(lar); eğitim sistemimizden sosyal yaşantımıza, siyasal meselelerimizden yapısal ekonomik sorunlarımıza varıncaya kadar pek çok farklı alanla ilişkilidir. Bu gerçek orta yerde dururken, bütün bu sorunların çözümüne yönelik bir tartışmaya “üniversitelerin paralı olup olmaması” noktasından başlamak pek de doğru olmasa gerektir.
Bugün Türkiye’de toplam 9 il -Ardahan, Bartın, Bayburt, Gümüşhane, Hakkari, Iğdır, Şırnak, Tunceli ve Yalova- hariç bütün illerimizde bir veya birden fazla üniversite mevcut. Bugün itibarıyla Türkiye’deki üniversite sayısı 85’i devlet, 30’u vakıf üniversitesi olmak üzere 115’tir. Bu sayı yeterli görülmeyip bütün illerimize üniversite kurulmasına da çalışılıyor. Üniversite giriş imtihanlarına giren 1 milyonu aşkın öğrenci dikkate alındığında mevcut üniversite kontenjanlarının yetersiz kaldığı ve “bu sorunun özellikle vakıf üniversitelerinin kontenjanlarının artırılması yoluyla çözülmesi gerektiği” de yine YÖK Başkanı tarafından belirtildi. Bu tablo, her şeyden önce, YÖK Başkanı’nın sürdürmekte olduğu uygulamayla kendi düşünceleri arasında ciddi bir çelişkinin olduğunu ortaya koyuyor: Bir taraftan değişik mülahazalarla “herkesin üniversiteye gitmesi gerekmediği”ni ifade ediyor, öte taraftan üniversite önündeki yığılmayı önlemek için daha fazla üniversite, daha fazla kontenjan artırımını sağlamanın yollarını arıyor. Bu çelişkinin bir sonucu olarak, ekonomimizin büyütülmemesi ve yeni istihdam alanları yaratılmaması durumunda, sayıları ve kontenjanları artırılan üniversiteler “diplomalı işsizler ordusu”na yeni neferler üretmekten öteye gidemeyeceklerdir. Ayrıca, ilişkili alanlarla -örneğin ekonomi ile- koordineli bir çalışmaya dayanmaksızın geçilen “paralı” eğitim sistemi, öğrenciler -ve aileleri- açısından/için ekonomik bir yatırıma dönüşecektir. Mevcut diplomalı işsizler hatırlandığında, böylesi bir ekonomik riski kim ve neden üstlensin ki?
YÖK Başkanı’nın sözlerinin, bugün için, üniversitenin sorunlarına dikkat çekmesi ve tartışma açması açısından bir anlamı ve önemi olduğu muhakkaktır. Fakat meselenin Türkiye’nin koşullarını ve özelde de eğitim sistemimizi bir bütün olarak ele almadan yalnızca -her iki anlamıyla da- duygusal yönden tartışılması, problemlerin çözümüne destek değil, köstek olacaktır. Meselelerimizi sadece ekonomik fayda prensibinden hareketle ele aldığımızda insanî, toplumsal ve kültürel pek çok şeyi ıskalayacağımız da aşikârdır.
Paylaş
Tavsiye Et