CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün yeni yılın ilk haftasında Washington’a yaptığı ziyaret birçok açıdan tartışma yarattı. Tartışmaların üç alana odaklandığı söylenebilir: Zamanlama, şekil ve içerik. Ziyaret için Ocak ayının ilk haftası ya da Mart ayında bir gün verilebileceği, ancak hem Ortadoğu’nun dinamik ve kırılgan durumu hem de PKK ve Kuzey Irak konularına odaklanan sorunların aciliyeti nedeniyle tercihin Ocak ayından yana yapıldığı biliniyor. Şekil açısından getirilen eleştirilerde, protokol zafiyetinin yaşandığı, cumhurbaşkanlığı için Kongre’de temasların da dâhil olduğu kapsamlı bir ziyaretin daha yerinde olacağı savunuldu. Ziyaret esnasında Gül’ün Başkan George W. Bush’un yanı sıra Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Savunma Bakanı Robert Gates gibi isimlerle görüşmesi, bu eleştiriye bir cevap niteliğindeydi. Üçüncü eleştiri ise Türkiye’nin iç meselesi olan Kürt sorununun Washington’da konuşulmaması gerektiği yönündeydi. Ziyarette Kürt sorunundan çok enerji konusunun ağır basması ise bu eleştiriyi geçersiz kıldı.
5 Kasım’daki Erdoğan-Bush görüşmesi ile birlikte ele almanın yerinde olacağı Gül’ün ABD ziyareti, on iki yıl aradan sonra Cumhurbaşkanı düzeyinde ABD’ye yapılan ilk ziyaret olması hasebiyle, Türkiye’nin diplomatik ilişkilerinde bir dönüm noktasına işaret ediyor. Ziyaret bir yanıyla ABD’nin Irak’ı işgalinden beri ilk defa gerilimi azalan Türk-Amerikan ilişkilerindeki nispi yumuşamanın devam edeceğini, diğer yanıyla da Gül’ün dışişleri bakanlığından getirdiği tecrübenin de etkisiyle dış siyasette ağırlığı olacak bir cumhurbaşkanlığına hazırlandığını gösteriyor. Uzun bir süredir ilk defa hükümet ile cumhurbaşkanlığı arasında devlet politikası açısından olumlu bir işbirliğinin gelişmeye başladığı bir ortamda, dışişlerinde etkin bir cumhurbaşkanının Erdoğan’a iç siyasete daha fazla eğilme olanağı vereceği aşikâr. Türkiye söz konusu olduğunda ikili iktidarın iki kanadına da yatırım yaparak siyaset geliştiren Washington, Gül üzerinde de benzer bir hesap yapıyor(du). Ancak Gül’ün hem askerî kanattan hem de hükümet kanadından yetkililerle Washington’a gelmesi, bu konudaki umutların yeşermesine pek de izin vermedi. Bu ziyaret neticesinde Washington’dan Türkiye’ye bakıldığında iç sorunlarını nispeten çözmüş ya da çözme kararlılığında bir Türkiye portresi görüldüğünü de kaydetmek gerekiyor.
Zirvede enerji konusunun asıl gündem maddesi olması, Washington’a yabancı isimler için sürpriz olsa da bu, uzun zamandır üzerinde durulan bir konuydu. Irak’ın işgalinden beklediği verimi alamayan, Pakistan’daki kriz nedeniyle yeni enerji yollarının güvenliğini bir türlü sağlayamayan Washington için, Batı Avrupa’nın da her geçen gün Rusya’ya enerji açısından bağımlı hale geldiği konjonktürde, mevcut enerji yollarının güvenliği birinci öncelikti. Batı Avrupa, uzun süre enerji sorununu siyasi değil, ekonomik bir sorun olarak ele aldığı için Rusya konusunda tedbir almayı gereksiz gördü. Mesele güvenlik çerçevesinde değerlendirilmeye başlandığında ise hesaplar Putin sonrası Rusya için yapıldı. Ancak Putin’in kendisine yakın bir siyasi vâris seçmesi ve başbakan olarak görevde kalacağını ilan etmesi bu hesapları anlamsızlaştırdı ve ABD’nin, Avrupa ile enerji kaynağı bölgeler arasındaki geçiş yollarının güvenliği için istikrara ihtiyacı olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. Bu noktada Türkiye’nin ikinci bir Rusya olup olmayacağı, ABD’deki enerji lobisinin kafasını kurcalayan en önemli soruydu.
İşte tam da bu nedenle Gül’ün ziyareti, Türkiye’nin Rusya gibi otokrat bir ülke olmadan da enerji güvenliğinde rol alabileceğine Washington’ı ikna etme amaçlıydı. Zira gerek İran ve Türkmen doğalgazını gerekse de Kuzey Irak petrollerini piyasaya ulaştırabilecek en istikrarlı ülke olarak Türkiye öne çıkıyor. Öte yandan kendisi petrol ya da doğalgaz üreticisi olmayan Türkiye’nin, enerji ihtiyacının ne kadar gerçek olduğu bizzat birincil ağızlardan Washington’a anlatıldı. Gül’ün ABD ziyaretinin uzun dönemde etkisi, enerji ağında kilit bir bölge ülkesi olarak öne çıkan Türkiye’de, istikrarsızlığın tolere edilemeyeceği gerçeği dolayısıyla, ülke istikrarının bir mecburiyet haline gelmesi olacaktır. Irak, Kuzey Irak ve Kürt sorunları da bu bağlamda anlaşılmalı.
Zirvede öne çıkan diğer bir önemli konu da Kürt sorunuydu. Bu konuda Türkiye’de atılan “siyasi çözüm” manşetleri ya kötü niyetten ya da meselenin künhüne vâkıf olamamaktan kaynaklanıyor. Zirvede Bush’un Türkiye’yi örnek ülke olarak göstermesi bir dil sürçmesinin değil, Washington’daki neocon-realist karışımı dış politikanın sonucu. Şöyle ki, neoconların “özgürlük” gündemi diye tarif ettikleri çerçeve, basitçe ahlakçı bir önerme değil, büyük ve orta ölçekli ülkelerde otokrat bir yönetimle çalışmanın zorluğundan da kaynaklanan bir vizyon. Bir süredir sürprizlerden ağzı yanan Beyaz Saray, biraz daha maliyetli olmasına rağmen demokratik bir ülkeyi tercih eder hale geldi. Demokrasiyle gelen istikrar, otokrasi ile gelecek faydaya yeğlendi. Bunun belki de en açık örneği Pakistan’da, Pervez Müşerref’in ABD yanlısı otokrat yönetiminin istikrarı sağlayamaması yüzünden nispi bir çok-partililiğin tercih edilmesidir. Bush yönetiminin istikrar ve demokrasi vurgusu, gerçek problemlerden dolayı belki de ilk defa bu kadar yakıcı bir gereklilik haline geldi.
Enerji güvenliğine yatırım yapan ABD’nin Türkiye’de artık istikrara ihtiyacı var. Bu açıdan Türkiye ile Washington arasında yaşanan anlaşmazlıklar, enerji güvenliğini zedelemediği sürece Washington için hazmedilebilir görülüyor. İşte Kürt sorununun Beyaz Saray’da gündeme gelmesi de bu şartlarda gerçekleşti. Siyasal mekanizmalarını üretici bir şekilde çalıştırabilen Türkiye, yumuşak karnı olarak görülen sorunları yavaş yavaş kendi uhdesine alarak çözüm yönünde adımlar atmaya başladı. Bu anlamda Kürt meselesine siyasi çözüm ise, PKK ile konuşmayı da federasyon konusunu da içermiyor; tam tersine Türkiye’nin sorunlarını kendi imkanları ile çözmesine imkan vermeyi amaçlıyor.
Kürt meselesine siyasi çözüm, 27 Nisan e-muhtırasından sonra siyasi kurumlarına daha fazla güvenen Türkiye’nin, sorunlarını çok-taraflı, dengeli ve kendi çıkarlarını da gözeten bir çerçevede halletme çabasından başka bir şey değil. Gül’ün ziyaretinin bu açıdan önemi ise, meselenin çerçevesinin bu şekliyle Washington’a aktarılması, ABD’nin de bu konuda 5 Kasım süreciyle başlayan Türkiye’ye verdiği desteğin teyidinden ibaret. Neticede istikrar hem kendi kaderini tayin eden bir Türkiye için hem de enerjiyi dünya pazarına ulaştırmaya çalışan ABD açısından en faydalı yol olarak ortaya çıktı. 1 Mart Tezkeresi ile bölgede ilk defa inisiyatif alabilen Türkiye, geçen zaman içerisinde değişen yapısal şartları kendi lehine çevirebilmeyi başardı. Gül’ün ziyareti ise bunun meyvelerinin toplandığı, özgüvenin biraz daha arttığı bir döneme işaret ediyor.
Paylaş
Tavsiye Et