AK PARTİ’NİN düzenlediği “iftar”ın akşamında Alevi kanalları, bu iftarın nasıl da kötü niyetli bir hareket olduğunu tartıştılar hep bir ağızdan. “Politik” tınısı daha fazla olan Su TV’de “herkesin entelektüeli” Mehmet Ali Kılıçbay, bir “dede”yle konuşuyor. Dede, Alevilerde iftar ve sahur anlayışının olmadığını söylüyor: “Biz Sünniler gibi değiliz.” Kılıçbay hemen giriyor araya: “Yani, oruç tutma, istenilen zamanda başlar ve bitirilir değil mi?” Dede, telaşla: “Yok, canım o kadar da değil! Abartmayalım. Onun da bir süresi, sınırı vardır elbet.” Aynı gün daha az politik ama daha fazla “dindar” Cem TV’de on kişilik bir grup yine aynı mevzuyu tartışıyor. Hep bir ağızdan, “Bu bir devlet projesidir, bizi içeriye çekmek istiyorlar. Aleviliğin heterodoks özellikleri, muhalif bakış açıları törpülenmek, yok edilmek isteniyor” şarkısı söyleniyor. Tam o sırada, kamera kişilerden uzaklaşıyor ve biz de programın çekildiği yeri görme bahtiyarlığına erişiyoruz: Başta Atatürk, sonra Hz. Ali ve diğer imamların fotoğrafları. Ardından da, konuşulan konunun önemine, oradakilerin iri cümlelerine inat, bir saz ile birlikte başlanıyor türkü söylenmeye.
Andığım bu iki durum, Alevilerin (çok büyük bir bölümünün), dinî ve politik olan iki kritik olguyla gir(eme)dikleri ilişkiyi ortaya koyuyor. Alevilerin dinî olan ile ilişkisi, tam olarak muhafazakâr bir ilişkidir. Muhafazakâr bir ilişkide birçok şey ama özellikle de din, “sıkıştığınızda birden yiyebileceğiniz” bir put gibidir. Burada asıl olan din değil, hayatın içindeki diğer faktörlerdir. Bir din vardır var olmasına ama dinin sözde özünü korumak adına o dine yönelinen bütün yollar yani biçimler, dinin referans yaptığı noktalar değildir. Öz (sanki bu biçimler, öze gidiliş şekilleri ve tarzları; bu özü, dinî olanı hiç etkilemiyor ve belirlemiyormuş gibi), her defasında korunmaya çalışılan ama muhafazakâr bir kurnazlıkla değiştirilip dönüştürülen; pratik, reel, araçsal bir duruma sokulmaktadır. İşte bu araçsallaşma muhafazakâr bir bakış açısının asıl özüdür ve Aleviler bundan fazlasıyla nasibini almaktadırlar. Kendi inancıyla ilişkisini, tamamen bu muhafazakâr varyantlar üzerinde kurmakta ama sanki hiçbir bozulma yokmuş gibi bu durumun üzerini örtmektedir Aleviler. Lacan, Marx’ın ideolojiyi betimlerken kullandığı “Yapıyorlar, çünkü bilmiyorlar” önermesini “Biliyorlar, ama yine de yapıyorlar” diye düzeltir. Bu bağlamda muhafazakâr bir yapı olarak Aleviler, bu yaptıklarından haberdarlar, biliyorlar ama yine de yapıyorlar.
Alevilerin politik olan ile ilişkisi ise çok daha sorunlu bir mahiyet arz etmektedir. Politik olan, son kertede hiçbir zaman dışına çıkılamayacak bir alanı ifade eder ve bütün bir varoluşun, içinde şekillendiği, her yapılan eylemin hem kaynağı hem de sonucu olan bir mahiyete sahiptir. Başka bir ifadeyle, liberal bir varsayımla hayatın bazı alanlarının politika-dışı olduğu kabulü doğru bir kabul değildir. Bu anlamda Aleviler, bu politik olan mahiyetten sürekli kaçmaya çalışmaktadırlar. Daha doğru bir ifadeyle Aleviler, muhafazakâr ilişkiyi tamamlayacak bir şekilde sergiledikleri sözde politik tutum alışlarla, politik bir eylemin içini doldurabilecek özü tüketmektedirler. Örneğin Aleviler, bir yandan politik bir topluluk olarak AB ile ilişkilerden ülke gündemine kadar çok çeşitli tavır alışlar sergilemektedirler ama bir yandan da (başta kendileri olmak üzere) birlikte yaşadıkları diğer kesimlerle ilişkilerinde sürekli olarak politik tutum alışlardan kaçmaktadırlar.
AK Parti’nin iftar davetine icabet eden katılımcılara, birçok Alevi kuruluşunu temsilen “dedeler”, düşkünlük ithamında bulundu. Bu düşkünlük ithamını ya da değerlendirmesini gerçekten de önemsememiz ve dikkate almamız gerekiyor. Ama hiç de sanıldığı gibi bir hakikati ve kaygıyı dile getirdiği için ya da bu kararı vermenin kıstaslarının ne olduğu, bu “fetva”yı vermeye haiz olmanın şartlarının taşınıp taşınmadığı ile ilgili durumdan dolayı değil; fakat tam tersine böylesi bir ithamın, bir samimiyetsizliği ve hakiki olmayan bir tutumu dile getirmesinden dolayı... Bu noktada, sormamız gereken soru, sürekli olarak kültürel/folk olanın ötelediği hakiki dinî terminolojinin neden tam da şimdi birden tedavüle sokulduğu olmalıdır. Bu soru bize Alevilerin, politik olanla girdikleri yanlış ilişkiyi göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Eğer Aleviler, bu bakış açısını bütün sorunlara ve sorunun bütün aktörlerine dair geliştiriyor olabilselerdi var olan birçok sıkıntı giderilebilecekti. Fakat yaşadığımız durum bunun aksini göstermektedir bizlere. Bu tarz bir dinî bakış açısını ancak kendilerinin dışındaki birilerini (iftara katılanlara, kendilerinden olmayan, yani dönme yakıştırmasının yapılması) tanımlamak için seferber etmektedirler. Dilin bu kullanımı üzerinde, hem kendi ötekisini nasıl yarattığını hem de din dilinin nasıl da içe değil ama dışa doğru negatif bir şekilde kullanıma sokulduğunu gösterdiği için dikkatli bir şekilde durmak gerekir.
Dolayısıyla, hem dinî hem de politik olan, manidar bir şekilde kendisini dinî ve politik bir olgu olarak gören bu yapıdan uzaklaşmaktadır. Dinî olan muhafazakârlaştığı oranda, politik olan da taşıması gereken temel dayanaklardan uzaklaşmaktadır. Bu bağlamda, Alevilerin AK Parti’nin açılımına göstermeleri gereken politik tavır, bu açılımın samimi olmadığını ifade etmeleri değil; o iftara katılıp, taleplerini dile getirmeleri olmalıydı. Eğer AK Parti gerçekten Alevileri Sünnileştirmeye çalışıyorsa bunun kanıtlanacağı yer, tam da bu iftarda kurulan sofraydı. Bu iftar sofrası diğer birçok anlamı bir yana, dinî olanla politik olanın birleştiği bir alanı simgelediği oranda Alevilerin hem dinden hem de politik olandan kaçmalarını net bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Alevilerle Sünniler arasında, her iki yapının da dinden uzaklaşmalarının sonucu olarak, var olan gerginlikler sadece bu iftar davetiyle çözülemeyecek kadar derindir hiç şüphesiz. Bu iftar sembolik bir eylemdir ve geçmişte yaşanan sıkıntıları bir anda silmesi beklenmemelidir. Ferhat Kentel, Meltem Ahıska ve Fırat Genç’in TESEV için yaptıkları çalışmada, “Sünni” bir anne, Alevi bir delikanlıya kaçan kızı için “Arkasından helva yapıp gönderdim.” demekteydi. Bunun ölülerin ardından yapıldığını hatırladığımızda, eylemin şifresi çözülmekteydi: “Benim öyle bir kızım yok artık.” İşte, sorun bütün toplumsal yapıya sirayet edecek kadar derin iken, atılan bu adımların önemi ama aynı zamanda eksikliği ve geç kalmışlığı daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Ve bu adımın önemi zaman içinde daha da anlaşılacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et