“HİÇ kimse, muhatabı olmadığı konularda durumdan vazife çıkarmamalıdır.” Bahçeli’nin bu sözü, “durumdan vazife çıkaranlara” yapılmış bir uyarı; fakat darbe zamanlarında askerlere sınırlarını hatırlatmak amacıyla yapılmadı. “Demokratik tartışma içindeyiz. Muhatabımız Başbakan’dır. Kimse araya girmek için gayret etmesin. TSK’yı tartışmaların dışında tutmak sadece siyasilerin görevi değildir. Hakaret ederek haklılığınızı kanıtlayamazsınız. Hakaret, haksızlığın karinesidir.” CHP’nin yazılı açıklamasında yer alan bu sözler de Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın açıklamalarına cevap olarak verildi; fakat bir darbe ortamında sivillerin ve siyasetçilerin demokrasiye sahip çıkma çabalarının bir ifadesi değildi. “Askere haddini bildirme amacı taşıyan” bütün bu açıklamalar, Irak’taki PKK kamplarına yönelik operasyonun bitişinin, ülkemize gelen ABD Savunma Bakanı Gates’in “Irak’tan acilen çıkılması” yönündeki açıklamalarının hemen ertesi gününe rastlaması nedeniyle muhalefetin yoğun eleştirileri karşısında, Büyükanıt’ın yaptığı “Bu saldırılar, mücadele azmine hainlerden fazla zarar veriyor” açıklamasına cevaben dile getirilmişti.
Siyasilerin demokratik sürece sahip çıkmaları, anlamlı ve önemli bir tavır. Ancak CHP’nin açıklamasında yer alan “Muhatabımız Başbakan’dır. Kimse araya girmek için gayret etmesin.” ifadesi bu konuda hâlâ kat etmemiz gereken çok yol olduğuna işaret ediyor. Zira bu ifadelerden anlıyoruz ki, muhalefet temsilcileri orduya demokrasilerdeki gerçek yerini hatırlatmak ve demokratik hayata sahip çıkmak için karşılık vermiyorlar. Operasyonun bitiş şeklini hükümeti yıpratmak için kullanma stratejilerine zarar verdiği ve kurdukları oyunun boşa çıkmasına sebep olduğu için orduya tepkililer. Muhtemelen hükümete yönelik böyle bir saldırıda, ordunun kendi yanlarında olacağına dair beklentilerinin karşılık bulmaması da bu tepkide etkili olmuştur.
Bu gerilim, 28 Şubat süreciyle başlayarak Türkiye’nin gidişatına demokratik olmayan yollardan müdahale etmeyi bir hak ve gereklilik olarak gören cephenin gittikçe birbirinden ayrıştığını ve hatta birbiriyle çatışmaya başladığını gözler önüne seriyor. Daha vahimi ise muhalefetin Büyükanıt’ın çıkışını ordunun ortak kanaati değil, yalnızca kendisinin kişisel görüşü olarak sunmasıydı. Kendi talepleri doğrultusunda davrandığında ordunun bütünlüğünden söz edenlerin, işlerine gelmeyen tavırlar sergilediğinde onu rencide edici açıklamalarda bulunmaktan zerre miktar çekinmemeleri de hayli ilginç.
Aslında özellikle CHP ile TSK arasında bir gerilim olduğu epeyce zamandır aşikârdı. 27 Nisan bildirisinin ardından özellikle emekli subayların Baykal’a dönük eleştirileri, Baykal’ın da başörtüsü tartışmaları esnasında bekledikleri desteği ilan etmeyen TSK’ya yönelik sinir ve panik kokan açıklamaları hafızalarımızda hâlâ canlı.
Kapatma Davası Hukuki Değil, Siyasi
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın Anayasa Mahkemesi’nde AKP’nin kapatılması istemiyle açtığı dava, bazı şeylerin hem sonucu hem de habercisiydi. Geçtiğimiz süreçte, özellikle, davanın iddianamesi üzerine çok şey söylendi. İddianamenin içeriği ve kapsamı ciddi bir tahlile tabi tutulabilir. Ancak daha da önemlisi, eğer bu iddianamede belirtilen eylemler ve söylemler, bir partiyi kapatmaya veya bir parti hakkında kapatma istemiyle dava açmaya yeterliyse, savcıların şimdiye kadar neden CHP hakkında dava açmadıkları sorgulanabilir. Hatta görevlerini ihmal ettikleri için kendileri hakkında dava bile açılabilir. 1994’te kapatılan ve milletvekilleri yıllarca tutuklu kalan DEP’i Meclis’e sokan SHP ve liderleri hakkında tek bir kanuni işlemin yapılmamış olduğunu ve meselenin kamuoyunda hiçbir şekilde tartışılmadığını da hatırlayınca, bugünkü uygulamalara şaşırmıyoruz elbette. Fakat bu uygulamalar, her şeyden evvel, Türk yargı sisteminin “söyleneni ya da yapılanı” değil “söyleyeni ve yapanı” dikkate alan bir sistem olarak işlediğini gösteriyor. Bu ise kim ne derse desin, yargının tarafsız olmadığını ve bu son davada da hukuki bir değerlendirmeden ziyade siyasi bir değerlendirme yaptığını gösteriyor.
Bugün itibarıyla davanın Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilip edilmeyeceği ya da partinin kapatılıp kapatılamayacağı konusunda bir şey söylemenin loto oynamaktan öte bir anlam taşımaması, hukukun ne ölçüde siyasallaştığını gösteriyor. Zira aynı gerekçelerle açılabilecek başka davalar açılmıyorsa, bir partinin kapatılmasına izin vermeyecek denli zayıf argümanlarla bir parti pekâlâ kapatılabilir. Üyelerinin kimler tarafından atanmış oldukları bilgisinin önemsendiği bir ortamda, Mahkeme’nin vereceği kararın -kim ne derse desin- meşruiyeti her zaman sorgulanır olacaktır.
Ergenekon, Kapatma ve
İktidar Mücadelesi
Anayasa Mahkemesi’ne açılan dava sonrasında, Ergenekon operasyonu kapsamında aralarında İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu ve Doğu Perinçek’in de bulunduğu kişilerin gözaltına alınması, gündemi bambaşka mecralara taşıdı. Kapatma davasıyla Ergenekon operasyonu arasında kurulan bağlantı ve bu bağlantı etrafında gerçekleşen tartışmalar oldukça ilginçti.
Veli Küçük’ün gözaltına alınması ve tutuklanması, operasyonda önemli bir adımın atıldığı anlamına geliyordu zaten. Selçuk, Alemdaroğlu, Perinçek ve diğerlerinin gözaltına alınmaları ise işin nerelere uzandığını göstermesi açısından önemliydi. Cumhuriyet gazetesine bomba atanlarla gazetenin başyazarının aynı ortak paydada buluşması önemli ve anlamlı değil midir? İlk bakışta çelişkili gibi görünen bu durum, seçim sürecinde İlhan Selçuk’un CHP-MHP ittifakını savunan yazılar kaleme aldığı hatırlandığında hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.
Ortaya çıkan tablo Ergenekon’un amaçlarını gerçekleştirmek için emekli askerlerden mafyaya, üniversite mensuplarından gazetecilere, sağcılardan solculara geniş bir yelpazeyi başarıyla bir araya getirmiş bir örgütlenme olduğunu gösteriyor. Bu denli etkin ve geniş örgütlenmenin hedefleri de, bu örgütlenmeye yakışır nitelikte olsa gerek. Ancak şu ana kadar kamuoyuna yansıyan bilgilerden, bu örgütlenmenin ne hedeflerine ne de sözü edilen uzantılara ilişkin bazı iddiaların dışında net bir bilgiye ulaşılabiliyor.
Bununla birlikte Ergenekon operasyonunun AKP aleyhine açılan kapatma davasıyla ilişkilendirilmesi, gerek ülkede olup bitenleri anlama gerekse de örgütün hedefleri ve derinliği konusunda paradigma değiştirici bir etki yapıyor. Çünkü bu bağlantı kurulmadığında birbirinden bağımsız ve kendi başlarına anlamlı iki durumdan; “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma” dolayısıyla bir parti hakkında açılan kapatma davasından ve ülkeyi çetelerden temizleme siyasetinin bir gereği olan bir operasyondan bahsetmek durumunda kalıyoruz. İki olay arasında kurulan bağlantı ise ülkede alttan alta yürütülmekte olan bir iktidar mücadelesinin iyice gün yüzüne çıktığını gösteriyor.
Başlangıçta iki olay arasındaki bağlantıyı kuran kişi, partisi hakkında kapatma davası açılan Ertuğrul Günay’dı. O zamanlar üzerinde çok fazla durulmayan bir iddia olarak kaldı. Ancak İlhan Selçuk ve arkadaşlarının gözaltına alınmaları sonrasında, iki olay arasındaki ilişki ve bu ilişkinin niteliğine ve boyutlarına dair tartışmalar, yazılı, sözlü ve görsel medyanın gözde konuları haline geldi. Yapılan tahkikat sonucunda kamuoyuna yansıyan bilgiler de, Ergenekon operasyonuyla kapatma davası arasında bir ilişki kurulmasına izin verecek nitelikte.
Medya ve muhalefet, her fırsatta dile getirdikleri “ülkeyi çetelerden temizleme” taleplerini karşılamaya dönük bir operasyona Selçuk’un da dâhil edilmesinden hiç de memnun olmadılar. “Temizlik istedik, ama bu kadar da değil” türünden bir tavır takınmaya başladılar. Her fırsatta demokrasi dışı çözümleri teşvik etmekten geri kalmayan bir cuntacıdan demokrasi kahramanı yaratma çabasına giriştiler.
Deniz Baykal “AKP kendi derin devletini inşa ediyor” türünden söylemlerle, Ergenekon operasyonundan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Ardından da, kutuplaşmaların toplumsal bir çatışmaya dönüşebileceği tehlikesine dikkat çekerek
-belki de tehdit ederek- “uzlaşma ve geri adım atma” çağrısında bulundu. Bunlar, üzerinde düşünülmeden söylenmiş sözler olmasa gerek. Zira ister istemez çetelerle mücadelenin ülkeyi neden çatışmanın eşiğine götüreceği sorusu akla geliyor. Bu çete, başka bir “çete” mi? Mücadele edilen çete, yoksa mevcut derin devlet midir? Baykal ve partisi de bu çetenin bir parçası mıdır?
Anlaşılan o ki, özellikle İlhan Selçuk’un gözaltına alınması birilerine gönderilmiş bir mesaj oldu. Sonrasındaki tepkiler de, mesajın alındığının işareti olarak okunabilir. O güç, her nasıl bir güçse, birileri tarafından “çete” tanımı içine sokulmuyor anlaşılan. Dahası muhalefet, medya ve STK’lar tarafından meşru ve devam etmesi gerekli bir örgütlenme olarak görülüyor. Zira hepsi söz birliği etmiş gibi hükümeti uzlaşmaya ve geri adım atmaya davet ediyorlar. Bir de, kimlerle uzlaşılacağını, kimler karşısında geri adım atılmasını istediklerini belirtseler ya! (Medya, muhalefet, işveren örgütleri ve sendikaların bu denli kapsamlı bir şekilde bir araya gelmeleri, en son 28 Şubat sürecinde gerçekleşmişti.) Irak’ın Kürt liderleriyle ya da Filistin’in Müslüman liderleriyle görüştüğü için hükümeti eleştiren çevrelerin, Başbakan’ı bir “çete” ile uzlaşmaya ve “çete” karşısında geri adım atmaya davet etmeleri elbette manidar.
Paylaş
Tavsiye Et