EDEBİYAT kuramında üst-kurmaca gibi bir literal kavram vardır. Çok basit bir ifadeyle üst-kurmaca, geleneksel olarak var olan her şeyi bilen, metnin hâkimi, efendisi olan yazarın konumunun, yazılan metnin bir kurmaca olduğunun farkında olarak sorguya açılması anlamına gelir. Üst-kurmaca bir bakıma, metnin kendisinin bir kurgu olmasını bilerek efendi-yazarın kendi kendisinin bu yazma eyleminde var olan pozisyonunu eleştiriye açması daha doğrusu bunun bir kurgu olduğunu fark ediyor olmasını iletir bizlere. Yazar ürettiği metnin kurgu olduğunu bizlere söyler ve en önemlisi tam da bunu bizlere söylediği anda, bu edimle birlikte metin oluşmaya, yazılmaya devam eder. Bir anlamda teknik bir kavramsallaştırma gibi duran üst-kurmaca ifadesinden burada bahsetmemin nedeni, geçen ay içinde yaşanan CHP/MHP-TSK gerginliğini anlamamızda bize hatırı sayılır bir olanak sağlamasıdır.
Klasik edebî metinde yazarla okur arasındaki “Bu metnin bir kurmaca olduğunu biliyorum; ama buna rağmen bu kurmaca metnin bir kurmaca metin olduğuna inanmıyorum” gibi bir akit artık “Bunun bir kurmaca metin olduğunu biliyorum; bunu bilerek ve kabul ederek bu metni okuyorum” gibi bir duruma dönüşmüştür. Türk siyasi hayatındaki siyasi ve askerî alan ayrımı, klasik edebî metindeki yazar ile okuyucu arasındaki örtük ilişkiye benzer bir şekilde kurulmuştu. Oysa şimdilerde üst-kurmacadaki durum gibi herkes her şeyin farkındadır ve her şey bu farkındalık üzerinden ilerlemektedir. Bu farkındalık tam olarak bize, neden artık görece özerk bir statüsü bulunan siyasal alana, siyasal alanın dışındaki şiddet sahibi erkin doğrudan müdahale edemediğini göstermektedir aslında. Doğrudan bir şiddet uygulaması yoktur. Çünkü bu iki alanın üyeleri arasındaki aktörler “zamanın ruhuyla” birlikte şiddetin bu kadar kolay uygulanma alanı bulamayacağını, tıpkı bir metni okuyanın artık bu metnin kurmaca olduğunu bilmesi gibi bilmektedir. Bununla birlikte yine bu farkındalık bizlere, siyasal alanın artık başka tür bir sözleşme üzerinden ilerlediğini ve de bu iki partiyle temelde aynı eksende duran meşru şiddet gücünün nasıl bir çatışma içine girdiğini de söylemektedir.
CHP ve MHP’nin Kuzey Irak operasyonuyla ilgili TSK’yla girdikleri polemik tam olarak, TSK’nın stratejik bir hamleyle artık “güç kullanmaksızın güç kullanması” olarak ifade edilebilecek bildiri-müdahaleleri gibi, siyasal alanın yeniden dizaynının adıdır aslında. Bu anlamda söylenmesi gereken ilk şey, meşru şiddet gücünü elinde bulunduran yapının artık istese de eski efendi-yazar konumunda olmadığına dair noktanın vurgulanması olmalıdır. Durum tam olarak aynı siyasal sütun üzerinde bulunan güçlerin çatışmasının adıdır ve bunun nedeni eski sahip olduğu büyük yazar imgesini yitiren TSK’nın pratik siyasal alana müdahil olması, girivermesidir. TSK’nın siyasal alana girmesi CHP ve MHP’nin kapılarından olmaktadır.
TSK artık sadece şiddetle değil “söz”le de kendi varlığını hissettirmektedir. Bu anlamda TSK için sadece sözle kendi varlığını duyurabildiği bir alan olan siyasal alana dâhil olmak, 28 Şubat ile başlayan, şiddet olmaksızın sadece sözle yapılan müdahalelerin doğal bir sonucudur aslında. Siyaset eğer sadece doğru zamanda doğru sözleri söylemek sanatıysa, TSK Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar siyasal bir konum almış durumdadır tam da şu anda. Ve bundan dolayı da CHP ve MHP operasyonu bahane ederek bu meşru şiddet gücünü elinde bulunduran kuvvetle çatışmaya girmektedir. Çünkü TSK’nın pratik ve gerçek siyasal alana dâhil olması bu iki partinin siyaset yaptıkları alana bir müdahaledir. Bu müdahale tam olarak, bu iki partinin işgal ettikleri siyasal dilin temsil kabiliyetini ortadan kaldırırcasına kendi varlığını onlara dayatması anlamına gelmektedir ve asıl önemsenmesi gereken nokta da burasıdır.
Bu durum bize siyasal alanın yapısının -ama daha fazlası dilinin- yeniden dizayn edildiğini söylemektedir. Her ne kadar aynı zihniyet düzleminde de yer alsalar bu üç unsur arasında siyasal parti olanlar, en azından bir siyasal alan diline sahiptirler. TSK ise bu dile sahip değildir ve tam da bu yüzden kendisiyle aynı siyasal pozisyonda bulunan unsurlardan bile kendisine yönelik bir eleştiri serdedildiğinde onlara yekten “hain” gibi bir sıfatı layık görebilmektedir. Bu hain sözü aslında bu gücün söz söyleme sanatı olan siyasete ne kadar yabancı olduğunu göstermektedir bizlere. Ama şimdilerde yeni baştan şekillenen siyasal alanın, bu ultra-otoriter dilden nasibini alması hiç de az bir ihtimal değildir. Dolayısıyla burada asıl önemsenmesi gereken şey, bu siyasal alanın yeni baştan dizaynında siyasal dilin bu ultra-otoriter dil tarafından kullanılan kavramlarla/sözlerle kurulması tehlikesidir. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde cumhurbaşkanının asıl taşıması gereken sıfata dair bu güçlerin ağzından serdedilen “sözde değil özde” tanımlamasının nasıl bu siyasal dili kurduğunu ve inşa ettiğini hatırlamak, bu siyasal dilin ne türden bir şekillenme içinden oluştuğunu anlamamıza yardımcı olacaktır.
Bu anlamda AKP’nin söz konusu “iç-çatışma”ya sessiz kalması hiç de iyi bir tutum alış değildir. AKP’nin bu çatışmaya sessiz kalmasının temel nedeni, şiddet sahibi gücün siyasal alana dâhil olduğu kapının/dilin CHP ve MHP’nin alanı olmasından ve kendisinin bu çatışmadan etkilenmediğini düşünmesindendir. Oysa fark etmemiz gereken nokta hâlihazırda bir siyasal alanın/siyaset dilinin yeniden kurgulanması/inşa edilmesi durumunun olduğu ve bunun kaçınılmaz olarak AKP’ye de bulaşacağıdır. Bu anlamda AKP’nin bu olaya sessiz kalması hâlihazırda oluşmakta olan siyasal alanın ve onun dilinin nasıl AKP’yi de içine alarak şekillendirmeye devam ettiğini net bir şekilde göstermektedir. Meşru tekel gücüne sahip erkin artık sadece iktidar partisine değil (her ne kadar muhaliflikleri tartışmalı bile olsa) muhalefete de müdahale etmesinin, iktidar partisini en hafif tabirle ilgilendirmemesi ve “Bütünlüğümüzü bozmayın!” gibi boş bir retorikle geçiştirilmeye çalışılması, bu dilin nasıl da her yere sızdığının net bir göstergesidir aslında. Ve son olarak AKP’ye karşı açılan dava bu otoriter dilin kendi siyasal dilini bu yeni oluşmakta olan dile dayatmasından, bu siyaset dilini bastırmak istemesinden başka bir şey değildir.
Bu ülkede, siyasal alan artık kaçınılmaz olarak bir değişim sürecine girmiştir ve görece özgürlük alanları ortaya çıkmaktadır. Ama unutmamak gerekir ki tıpkı neoliberal özgürlük hamleleri gibi hiçbir yeni tasarım, sanılanın aksine başlı başına bir değer taşımamaktadır. Bu yenilenme, çoğu zaman sonradan farkına varılan sistemin siyaset dilinin kendini yeniden üretmesi durumundan başka bir anlama tekabül etmemektedir. Ve yapılması gereken şey tam da şimdi kendini yeniden üretme eyleminde bulunan bu dili bozmaktan geçmektedir. Yoksa çok geç olabilir.
Paylaş
Tavsiye Et