TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) Mart ayında Türkiye’nin revize edilmiş yeni milli gelir serisini açıkladı. Buna göre, 2006 yılında 576 milyar YTL (400 milyar dolar) olan Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)’nın, %31,6 artışla 758 milyar YTL’ye (524 milyar dolar), kişi başı gelirin de yaklaşık 7.500 dolara çıktığı anlaşıldı.
Ancak rakama da hesaba da işine geldiğinde itibar eden, gelmediği zaman ise temennilerine ve saplantılarına sığınan romantik kesimler yine “Ay inanmıyorum” plağını taktı. Dahası devreye “yargıç” girdi ve “Alın size istikrar, revizyon” dedi. Bazıları da “Masa başı oyunlarıyla milli gelir artmaz” diyor. Kuşkusuz bu doğru. Ancak inkar ederek de gerçekler ortadan kalkmaz, güneş balçıkla sıvanmaz.
Açıkçası Türkiye hemen her alanda ve her konuda “Biz farklıyız” saplanmışlığı içinde. Bu farkımız da her nedense “yüz kızartıcı” alanlarda oluşuyor, yoksa insanlığa iyi örnekler sunmada değil. İşte son örnek: Revize milli gelir rakamlarından sonra küresel krizin ortasında ülkemizin notu artırılacak iken, doğrudan yabancı yatırımlar nihayet güzel bir ivme yakalamışken, adeta “Sen misin başını kaldıran?” der gibi laikçi körlük destursuz bir şekilde züccaciye dükkanına daldı. Ancak kuşkunuz olmasın ki, halkımız dünyaya açıldıkça, diğer milletlerin yapıp başardıklarını gördükçe bu “kapalı toplum” hastalığından kurtulacak ve “Biz neden bütün dünyanın içinde uzaylı konumda tutulmak isteniyoruz?” sorusunu daha bir gür sesle soracaktır. Sağlıklı düşünme reflekslerini kaybeden gerontokrasi (yaşlılar rejimi) de gittikçe marjinalleşecektir.
Son açıklanan milli gelir rakamlarında da işte bu “Biz farklıyız” modelinin direnciyle karşılaştık. Oysa milli gelir hesaplamada yanlış bir yöntemi sürdüregeldiğimiz biliniyordu. Tabii, bu yöntemin değişmesi gerektiği de. Hem hesaplama yöntemi eksik, hem de alınan baz yıl çok eskiydi. Türkiye’deki milli gelir 1968 tarihli Birleşmiş Milletler Ulusal Hesap Sistemi’ne dayanmakta ve 1987 girdi-çıktı tablosuyla hesaplanmakta idi. Günümüzdeki gelişmeleri yakalayamadığı için çoğu ülke bu sistemi terk ediyor; kullananlar da verileri sonradan düzeltme gereği duyuyor. Öte yandan AB ile hesap birliğinin sağlanması amacıyla da zaten Türkiye bu sistemi bırakıp, AB Muhasebe Sistemi (ESA)’ne geçmeliydi. Bunun için hem girdi-çıktı tablosunun hem de baz yılının yenilenmesi gerekiyordu. Gerçekten de baz yıl almak istatistiki hesaplamalarda ne kadar yerinde ise, makul aralıklarla bu bazın yenilenmesi de o kadar gereklidir. Eski baz yıl 1987 idi. Bugün 2008’deyiz. Türk ekonomisinde köprünün altından çok sular aktı, bütün taşlar yer değiştirdi, değişmeyen bir şey kalmadı.
Evet, bu rakamlardan sonra refahımızda, yani hayat standartlarımızda düne göre bir gecede hiçbir şey değişmiş olmayacak. Ancak konu bu değil. Konu, düne kadar hesaplayamadığımız zenginliklerimizin ortaya çıkmış olmasıdır. Milli gelir verilerinin AB standartlarına göre revize edilmesiyle ekonominin daha gerçek bir fotoğrafı çekilmiş oldu. Böylece “Bu kadar büyük şikayetlere rağmen yaşanan tüketim çılgınlığı nereden geliyor?” sorusuna da makul bir cevap verilmiş oldu.
Yine dünyada sıkıntılı dönem devam ederken Eylül 2007’den beri bu sürece Türk ekonomisi büyük bir başarıyla direniyordu. Bu verilerden sonra direncin daha da artması bekleniyordu. Gerçekten de bu veriler dünyanın zor bir dönemden geçtiği şu konjonktürde Türkiye’ye bir “kader öpücüğü” olacak mahiyette idi. Zira bu dönüşüm ile sadece milli gelirde değil, ödemeler dengesinde ve mali devlet hesaplarında da iyileşme oldu. Tabii ülkenin istikrarına yönelik olarak gerçekleşecek bir “yargıç çökertmesi” hesaplarımızda yoktu. Bu yazının yazıldığı saatlerde içine girilen alacakaranlık kuşağının neticeleri henüz belli değil. Biz sonucun hayra alamet olmasını umarak açıklanan milli gelir rakamlarının ekonominin kırılganlık göstergelerini ne yönde değiştirdiğine bir bakalım.
Tabloda da gösterildiği üzere, yeni hesaba göre 2006 yılında %6,1 seviyesinde gerçekleşen cari açığın, 2007’de %5,8’in altına gerileyeceğini tahmin ediyoruz. Cari açık hâlâ yüksek; ancak önümüzdeki birkaç sene milli gelirin %4’ü civarında tutulabilirse, bunu başarı olarak görmek gerek. Bütçe de yeni hesaba göre 2006’da %0,5, 2007’de ise %1,5 kadar açık verdi. Böylece “Seçim oldu, mali disiplin rafa kaldırıldı” ifadelerinin de çok haklı olmadığı görüldü.
“İyi de madem mali disiplinden sapılmadı, o halde neden iki senedir enflasyon hedefi tutmuyor?” diye soranlar, ya meseleyi istismar etmek istiyor ya da işi bilmiyor. Enflasyon tutmadığı zaman illa da birileri suçlu olmaz. Enflasyonun nedeni küresel plandaki arz şoklarıdır ve bu artık bütün ülkelerin sorunudur. Bu konuda kısa vadede yapılacak bir şey de bulunmuyor.
Ancak ekonomi idaresi (Hükümet+Merkez Bankası) Türkiye’de bu gerçeği anlamak yerine, ulaşılması imkansız bir enflasyon hedefi koydu ve ne yazık ki, yanlış bir tefsirle, yüksek faizin bunu temin edeceğini zannetti. Faizi artırarak enflasyonu düşüremediğimiz acı bir şekilde görüldü. Sonuçta sadece iç piyasanın beli kırıldı, tüketim yere çakıldı ancak enflasyon düşmedi. Bize göre faiz aracı, yanlış konjonktürde yanlış kullanıldı.
Diğer iki temel kırılganlık göstergesi olan brüt kamu borç stoku ve dış borçların (özel ve kamu borçlarının toplamı) milli gelire oranının da oldukça gerilemiş olduğu tablodan açıkça görülüyor. Böylece iç ve dış açık ile bunların bir yansıması olan özel ve kamunun sırtındaki borç yükünün anlamlı oranlarda gerilediği ortaya çıkıyor.
Şimdi bir an önce ekonomiyi kısmen de olsa iç piyasaya dayalı bir büyüme sürecine sokmak ve istihdamı artırmak gerekiyor. Hükümetin çabaları da zaten buna odaklanmış durumda. Bu meyanda dünyadaki ortam da uygunken, faizleri daha hızlı düşürmek gerekiyor. Ancak “yargıçtan sonra” bu mümkün olur mu, hep birlikte göreceğiz.
Sonuç olarak revizyon sonrası ekonomide “kırılganlık” göstergelerinin bir hayli iyileşmesiyle birlikte Türkiye’nin reform sürecini değerlendirebilmesi için yeni bir şanslı dönem daha açıldığı söylenebilir. Rehavet yerine, kazanılan bu sürenin ivedilikle kullanılması gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et