1999 HELSİNKİ Zirvesi’nde Türkiye’nin aday ülke olarak kabul edilmesiyle ivme kazanan AB-Türkiye ilişkileri, Ekim 2005’te tam üyelik müzakerelerinin başlamasıyla birlikte organik bir yapıya dönüştü. Ancak AB’nin bazı üyelerinin, özellikle de Almanya ve Fransa gibi merkez ülkelerdeki yeni iktidarların Türkiye’nin tam üyeliğine soğuk bakmaları, ilişkilerdeki hareketliliği büyük ölçüde sekteye uğrattı.
Türkiye’nin tam üyeliğine karşı olan AB ülkelerinin, tam üyelik yerine sundukları ikincil statüde bir üyelik şekli olan imtiyazlı ortaklık teklifi, Türkiye’de ciddi bir tepkiye yol açtı. İktidardaki AKP’nin Birliğin bu tavrına verdiği karşılık, AB uyum paketlerinin ve reform sürecinin yavaşlatılması, AB’ye karşı sert açıklamaların yapılması ve başörtüsü gibi daha çok iç siyaseti ilgilendiren konulara ağırlık verilmesi şeklinde oldu.
AKP’nin bu yaklaşımı, Türkiye’yi demokratikleştirmek ve kendisine daha rahat hareket edebileceği bir siyasi alan oluşturmak için çıpa olarak kullandığı AB sürecindeki yavaşlamayı daha da arttırdı. Türkiye kendi iç siyasi krizlerine yönelmek zorunda kaldı. Ve hükümetin bu krizleri aşmak için yaptığı her manevra, iktidara geldiği 2002’den beri bürokratik elit ile girmek zorunda kaldığı mücadeleyi iyice su yüzüne çıkardı. Seçilmişler ile atanmışlar arasında gittikçe artan bu gerilim, Genelkurmay Başkanlığı’nın 27 Nisan e-muhtırası ve Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı gibi ciddi krizlere neden oldu. 22 Temmuz seçimlerinde AKP’nin oyların %47’sini alması çoğu kesim tarafından e-muhtıra ve 367 kararına toplumun cevabı olarak okundu. Son olarak da YargıtayCumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın AKP’nin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğunu ileri süren bir iddianame hazırlayarak Anayasa Mahkemesi’ne sunması ve mahkemenin de bu iddianameyi kabul ederek dava açması ile siyasi kriz, hukuki bir zemine taşınmış oldu.
Avrupa’dan Tepkiler
Türkiye siyasetinin belirsizliğe girmesine yol açan AKP’ye yönelik kapatma davasına yurtdışından en ciddi tepkinin AB’den gelmesi, birçok yönden manidar. Nitekim AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn’in 29 Mart’ta düzenlediği basın toplantısında, “kapatma davasının, Türkiye’nin anayasal çerçevesinde değişiklik gerektirebilecek ‘bir sistem hatası’ bulunduğunu ortaya koyduğunu” dile getirmesi oldukça dikkat çekiciydi. Ayrıca “normal bir Avrupa demokrasisinde siyasi meselelerin Meclis’te tartışılması ve bu meseleler hakkında mahkemelerde değil, sandıkta karar verilmesi gerektiğini” de vurgulayan Rehn, bu sözleriyle Türkiye’deki AKP karşıtı çevrelerin büyük tepkisini çekti.
Kemalist bürokratik elitin, laiklik söylemi üzerinden şekillenen kapatma davasıyla iktidar mücadelesini sonlandırma çabası, Avrupa tarafından demokrasiyi baltalayıcı bir hareket olarak değerlendirildi. AB-Türkiye ilişkilerinin durağanlaşması ve Türkiye ile AB’nin birbirinden uzaklaşması, kapatma davasıyla yeni bir safhaya ulaştı. Kapatma davası ile birlikte AB, tam üyelik müzakerelerinin sürdüğü bir ülkenin yani Türkiye’nin varlığını hatırladı. Hatta hatırlamakla kalmadı, Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı iktidar mücadelesinin şiddetini iliklerine kadar hissetti. Bu iktidar mücadelesinin aslında bir arada varolması gereken iki kavram üzerinden yapıldığını gördü: Demokrasi ve laiklik. AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk’e göre bu laiklik algılayışı, “saldırgan laiklik” diye adlandırılan bir dünya görüşünün ifadesi. Bu dünya görüşüne göre din özel alana itilmeli ve bunun için gerekirse zorlamalara ve yasaklamalara başvurulmalı. Ankara’daki temaslarında Avrupa’daki laikliğin “demokratik laiklik” olduğunu söyleyen AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso da demokratik laiklikten neyi kastettiğini şu şekilde açıkladı: “Teokratik devlet düzenine karşıyız, din ve devletin birbirinden ayrılmasını istiyoruz. Ama aynı zamanda laikliğin yeni bir din olamayacağını da biliyoruz. Avrupa’da laiklik var ama dine büyük saygı da var.”
Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten ise Brüksel’de görüştüğü AKP, CHP ve MHP’li milletvekillerine, AKP’nin kapatılması halinde müzakerelerin duracağını, yeniden başlamasının da neredeyse imkansız hale geleceğini açıkça belirtti. Kısacası kapatma davası İngiltere’den İspanya’ya, Hollanda’dan İtalya ve Almanya’ya kadar Türkiye’ye ılımlı bakan ya da bakmayan bütün AB ülkelerinin tepkisini çekti. Birbirine benzer demeçlerde, bu durumun kaygıyla karşılandığı ciddi biçimde vurgulandı. Diğer bir Avrupa kurumu olan ve Türkiye’nin de kurucu üyeleri arasında yer aldığı Avrupa Konseyi’nin yaklaşımı da buna benzerdi. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Terry Davis yaptığı yazılı açıklamada, kapatma davasından “endişe duyduğunu” ve “demokrasilerde siyasi sorunların, seçimle çözüldüğünü” ifade etti.
Esasında AB’den Türkiye’ye verilen mesaj genel hatlarıyla iki boyutlu. Bunların ilki, AKP’yi ve demokratikleşme yolunda hareket edenleri hedefliyor ve onlara reform sürecine devam edilip AB’ye tam üyelik için gerekenlerin yerine getirilmesi halinde üyeliğin önünde hiçbir engelin bulunmadığını, fakat kapatma davasının müzakere sürecinin gidişatına zarar vereceğini hatırlatıyor. İkinci boyutu ise kapatma davasında görev alanlara veya taraf olanlara yönelik ve laiklik ile demokrasinin bir arada yaşayabileceğini, saldırgan laikliğin demokrasiyi zedeleyeceğini ortaya koyuyor.
AB üyelerinden farklı sesler gelmesi ne kadar doğalsa, bir kurum olarak AB’nin komisyon ve diğer organlarının söz birliği etmişçesine kapatma davasına karşı çıkmaları da o kadar doğal. Ancak AB’nin tutarlı bir tavır takınıp Türkiye’deki demokrasiye açık destek vermesi, bazı gruplar tarafından ısrarla “AB’nin AKP’yi desteklemesi” olarak algılanıyor ve sunuluyor. Bunun sebebi de, AB’nin demokratikleşme söylemi ile AKP’nin ve Türkiye’nin bu krizden çıkması için gereken kapsamlı anayasa değişikliklerinin birbiriyle büyük ölçüde örtüşmesi. Nitekim AKP kapatma davası sonrası süreçte demokratik reform paketlerini çıkarmayı gündemine aldı. Bu konuda atılan ilk adım da AB’ye uyum sürecinde çok temel bir yeri olan 301. maddede gerekli değişiklikler yapılarak tasarının TBMM’ye sunulmasıydı.
Gelinen noktada AB-Türkiye ilişkilerinin geleceği, AKP’nin kapatılma davasına endekslenmiş durumda. Temennimiz Türkiye’nin bu süreçten demokrasinin zaferi ve toplumun demokratik olgunlaşmaya ulaşarak çıkması. Siyasi bir krizin hukuki zemine taşınması, hem sistemi zorlayacak hem de taşıdığı siyasi nitelik nedeniyle yargının meşruluğu tartışmasına yol açacaktır. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki dengeleri de sarsacak olan bu tartışmalar, hukukun siyasallaşmasını da beraberinde getirecektir. Ve Türkiye’yi, uğruna çok çaba harcadığı AB yolunda çıkmaz bir sokağa sürükleyecektir.
Paylaş
Tavsiye Et