ABD’DEN Türkiye’ye nasıl bakıldığı, şimdilerde Türkiye’nin en önemli ve popüler konularından biri haline geldi. Türkiye-ABD ilişkileri uzun süredir çoğunlukla NATO ekseninde ve lobi çerçevesinde geliştiğinden, birkaç isim dışında, Türkiye üzerine konuşana pek rastlanmıyor, dahası buna ihtiyaç da duyulmuyordu. Oysa son yıllarda Türkiye-ABD ilişkilerinin askerî sınırların ötesine taşması, Türkiye’deki siyasi krizlerde ABD’nin rolünün daha fazla tartışılır olması, ABD’deki Türk nüfusunun hem çoğalması hem de sosyo-politik niteliğinin değişmesi ve çeşitlenmesi, Washington’dan Ankara’ya konuşan uzmanların çoğalması, bu meseleyi hem daha fazla merak edilir hem de daha fazla tartışılır hale getirdi. Bu konuda bir söz söylemeden önce Türkiye’nin ABD için nasıl bir anlam ifade ettiğini hatırlamak gerekir.
Türkiye, ABD için uzun yıllar NATO ortağı olmanın ötesine geçemeyen, ancak bölgesel krizler, darbeler, işgaller, savaşlarla gündeme gelebilen bir ülkeydi. Türkiye-ABD ilişkilerinde artık askerî boyutun yanında kültürel, ekonomik, diplomatik ilişkilerin de hem geliştiği hem de çeşitlendiği açık. Ancak tüm bu alanlar içindeki en ağırlıklı konu askerî ilişkiler olmaya devam ediyor (ekonomik ilişkilerde nispi bir canlanma olsa da savunma sanayi ihaleleri halen büyük ağırlık taşıyor). İkinci olarak Türkiye’nin, Washington’ın gündemine gelmesi için bir krizin parçası olması gerektiği aşikâr. Bu nedenle ABD’de seçimlerde başkanlık için yarışan isimler Türkiye’yi ya da Türkiye ile ilgili bir olayı kendi başına ele almazlar. Ya ABD içi oy kavgaları söz konusu olduğunda (Ermeni Soykırımı Tasarısı) ya bölgesel krizler gündeme geldiğinde (İsrail, Filistin, İran’la ilgili gelişmeler) ya da son yıllarda olduğu gibi ABD iç politikasının parçası olan Irak’ın işgalindeki gelişmelere orantılı olarak ele alırlar (Irak’tan nasıl çıkılır? Kuzey Irak’ın kaderi ne olmalıdır? vs.).
Adaylar başkan seçildiklerinde Türkiye ile ilgili tavırlarını bölgesel politikalarda yapacaklarına göre belirleyeceklerdir. Krizlerin şiddeti arttıkça Türkiye gündeme gelir, azaldıkça da görüş sahasından çıkar. Bu sebeple Ankara’nın Washington’a istediği bir şeyi yaptırabilmesi için net bir tavır geliştirmesi ve ciddiyetini göstermesi gerekir. Son olarak, ABD’de Türkiye önceden sadece az sayıdaki uzman dolayımıyla bilinir, ilişkiler de birkaç kurum üzerinden yürürdü. Bugün ise Türkiye’nin dışa açılma hızının ve Ortadoğu’daki ağırlığının artmasıyla hem uzman sayısı çoğaldı hem de bazı uzmanlar Türkiye’yi de görüş alanlarına dâhil etmek zorunda hissettiler kendilerini. Bu da Türkiye üzerine ABD’de oluşan izlenimlerin az da olsa çeşitlenmesini sağladı. Dolayısıyla artık tek bir ABD’den ve tek bir görüşten bahsetmek imkansız.
Ancak hâlâ Washington adına konuşan ya da Washington’ın ne düşündüğünü bildiğini iddia eden birtakım çevreler tüm bu sesleri kendi istedikleri tek bir sese indirgemekte herhangi bir beis görmüyorlar. Oysa durum hiç de böyle değil. Mevcut çeşitliliğe rağmen Türkiye’yi şu anda en çok ilgilendiren konu, ABD’deki karar mercilerinin kendisine nasıl baktığı. Bu konuda da temelde Beyaz Saray, Savunma Bakanlığı yani Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı öne çıkar. Pentagon Türkiye’ye bakışında askerî konuları merkeze alarak uzun vadeli askerî ortaklıklar lehinde tavır koyar ve ilişkileri de ağırlıklı olarak askerler üzerinden yürütür. Dışişleri Bakanlığı ise daha liberaldir: demokrasi ve insan hakları konularını daha fazla öne çıkaran, diplomatik bir dil tutturmaya çalışan, entelektüellerin, gazetecilerin, işadamlarının görüşlerini dinlemeye daha yatkın, daha mutedil ve sivillere ağırlık veren bir tavırla Türkiye’yi değerlendirir. Beyaz Saray ise bu görüşleri dinler ve pragmatik bir yaklaşımla iki kurum arasında denge kurmaya çalışır. ABD’nin o anki çıkarı neyi gerektiriyorsa ona göre tavır alır. Elbette Beyaz Saray’ın tavrı, katılmasalar da tüm diğer görüşlerin üzerindedir.
Bu çerçeveyi de koyduktan sonra, Amerikan dışişlerinin AK Parti’nin kapatılma davasındaki tavrına daha yakından bakabiliriz. ABD’nin Türkiye’de hükümet ile asker arasında seçim yapmak gibi bir tavrı ya da tercihi yok. Şahsi düşüncelerinde kendilerini sivillere yakın görseler de, bulundukları kurumda herhangi bir tarafı harcama lüksleri olmadığını bilir ve ona göre davranırlar. Nitekim 27 Nisan Muhtırası’ndan sonra sabahın erken saatlerinde ilk tepkilerini demokrasiden yana koyan dışişleri mensupları, gün içinde tavır değiştirerek Türkiye’deki laik demokrasiyi destekledikleri ya da taraf tutmadıkları gibi bir noktaya gelmişlerdi. Sonrasında Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice da meseleye doğrudan müdahale ederek bu kaçamak tavrı güçlendirmişti. Ancak bu değişiklikler Türkiye’de kimseyi ikna etmedi ve bütün taraflar kendini ihmal edilmiş hissetti. Biraz da bu moral patronaj etkisinin ağırlığıyla dışişleri artık Türkiye ile ilgili konularda mümkün mertebe ortalama bir tavır tutturup kimseyi kızdırmadan işini yürütmeye çalışıyor. 22 Temmuz seçimlerinden sonra, %47’nin ezici etkisiyle ibreyi biraz daha sivil yönetime çeviren dışişleri, kapatma davasının ardından yine 22 Temmuz öncesindeki ortalama tavrına geri döndü.
Geçen ay bir Türk kuruluşunun yemeğinde konuşan Rice’ın, kapatma davasıyla ilgili olarak yaptığı açıklamanın kimseyi tatmin etmemesi de bununla ilgili. Ne kapatma lehine ne de aleyhine yorumlanması mümkün olmayan bu açıklamada daha ziyade “Beni bu işe karıştırmayın” tavrı hissediliyordu. Buna karşın liberal çevrelerde AK Parti’nin kendisini mağdur hissetmesi nedeniyle Rice’ın daha net tavır koyması gerektiği yönünde yorumlar yapıldı. Fakat yargı darbesi diye adlandırılsa da, bilindik bir darbe teşebbüsü ya da muhtıranın söz konusu olmadığı bu durumda Amerikan dışişlerinin konuşması oldukça zor. Rice da bekleneni yaptı, “Seçmenin sesi duyulsun!” diyerek tavrını dolaylı şekilde ortaya koydu, diplomatik bir biçimde yargı ile halk iradesi arasında olması gereken soyut ilişkiye dikkat çekmekle yetindi.
Amerikan dışişlerinin şimdilik bu konuda farklı bir tavır geliştirmesi beklenmemeli. Neticede ABD hem Afganistan’da hem de Irak’ta ihtiyaç duyacağı Türkiye’deki askerî çevreleri küstürmek istemez. Yukarıdaki “kriz ilkesi” uyarınca da kapatma davasında ciddi bir tavır değişikliği, ancak kapatmanın gerçekleşmesi yani Türkiye’nin kriz haline gelmesi durumunda yaşanabilir. Bu konuda ABD’li diplomatların özel sohbetlerdeki tavrı ile kurum olarak Dışişleri Bakanlığı’nın tavrını birbirine karıştırmamak gerekir. ABD Ortadoğu’da ve dünyanın birçok yerinde çeşitli nedenlerle demokratik, liberal yönetimleri tercih eder. Ancak bu tercih her zaman “ABD’nin çıkarları”ndan sonra gelir.
Paylaş
Tavsiye Et