BU topraklardaki halet-i ruhiyenin nasıl bir dönüşüm geçirdiğini anlamak, bu yeni ruh halinin ne türden bir algı içinde oluştuğunu yakalamak için bazen bazı “kötü” olayların gerçekleşmesi gerekiyor galiba. Ancak böylesi uç ve sıkıntılı olayların ardından ortaya çıkan tablolar, toplumun yapıldığı malzemenin nasıl bir özellik arz ettiğini görmemizi sağlıyor ilginç bir şekilde. Bu bağlamda otostopla çıktığı yolculuğun Türkiye durağında tecavüze uğradıktan sonra öldürülen İtalyan sanatçı Pippa Bacca’nın durumu ile Galatasaray-Fenerbahçe maçı öncesinde Hakan Şükür’ün sözleri üzerine medyada dillendirilen yorumlardaki zihniyet sürekliliği, bu ruh halini açıkça ortaya koyuyor.
Öncelikle Hakan Şükür’ün son açıklamaları üzerine koparılan fırtınadan başlayalım. Bilindiği üzere Şükür, maçtan önce Zaman gazetesine verdiği röportajda, bu maçın dostluk havasında geçmesi gerektiği temennisini dile getirdikten sonra, idrak edilmekte olan Kutlu Doğum Haftası’na da vurgu yaparak, böylesi mübarek bir zamanda kötü eylemlerde bulunmanın yanlışlığına işaret ediyordu. Boyalı medyanın futbol şubesi ise bu açıklamanın ardından, nasıl olup da bir futbolcunun böylesi bir ifade kullanabileceğinden başlayarak, bu sözleri ve sahibini yerin dibine batırıyordu. Medyayı kızdıran, Şükür’ün bu temennisini dinî bir referansa dayandırmasıydı. Öte yandan bu ifadeyi aslında bir meşruiyet arayışı ve ifadesi olarak da algılamak gerekiyor. Çünkü bu ifadelere karşı gösterilen tepkiler, modern hayatın bir oyunu olan futbol söz konusu olduğunda, başta endüstrileşmek olmak üzere bu oyunun taşıdığı diğer örtük sıkıntılara karşın, sürekli olarak dillendirilen o boş retoriğin (“Bu oyunu çirkinleştirmeyelim” lafının) artık nasıl da işlevsiz bir hale geldiğini ama daha önemlisi bu lafın ne türden bir sahtelik barındırdığını da göstermiş oluyordu bir bakıma. Zira futbolun (özellikle endüstrileştiği oranda) var olan dilinin, ahlaksız bir yapıdan beslendiğini ortaya koyuyordu bu ifadeler.
Başka bir deyişle, Şükür’ün ifadeleri, futbol endüstrisinin kendisini halihazırda işler kıldığı örtük ahlaksız yapıya doğru bir gönderme yapıyor ve bu yapıyı kırıyordu. Dolayısıyla yaşanan hadiseyi, sadece dindar bir insanın hassasiyetinin dile gelmesi ve buna dinle kavgalı olanların verdiği tepki olarak okumak eksik olacaktır. Burada asıl yapılması gereken, kullanıma sokulan din dilinin tam olarak ne türden bir “şey” olarak algılandığına bakmak olmalıdır. Ve böyle baktığımızda gördüğümüz gerçek, futbol endüstrisinin, kendisini üzerine kurduğu ahlaksız yapının sözde-ahlaki boş retorik ifadelerinin (Futbol bir oyundur, birbirimize saygılı olalım vb.) artık bizlere bir şey söylemediğidir. Bu sözde ahlaki ifadelere karşı ortaya koyulan dil, gerçek bir ahlaki buyruğa gönderme yaptığında ise bu yapının sahteliği ortaya koyulmuş olmaktadır. Ve bundan dolayı burada karşı çıkılan asıl durum, bu ahlaki sözün kendi değeridir.
Eğer Hakan Şükür örneğinde söz konusu olan, bir ahlaki önermeye karşı geliştirilen bir tepkiyse, İtalyan barış elçisinin yaşadığı drama karşı geliştirilen dil, en azından sözde ahlaki bir yargı/önerme barındırıyordu. Fakat böylesi kötü bir eylemle arasına mesafe koymaya çalışan dilin, ilk dille ilginç bir mütekabiliyet içermekte olduğunu görmek güç değil. Burada tedavüle sokulan dil, ötekinin gözünden kendini görüp, bu görünüş üzerinden kendini yargılayan bir algıya tekabül ediyor. Bu feci olaya karşı geliştirilen dil, sözde-ahlaki bir ton barındırsa da, Batıcı elitlerin Batı’yla girdiği hastalıklı durumu ortaya koyuyor aslında. Onlar bu olay ile aralarına mesafe koysa da bu, olayın ifade ettiği ahlaksızlıktan dolayı değil, tam tersine tecavüze uğrayan kişinin taşıdığı simgesel değerin altında ezilmelerinden kaynaklanıyor. Burada, Batı karşısında geliştirilen aşağılık kompleksli dilin de ötesinde bir sorun var. Odaklanmamız gereken nokta, bu aşağılayıcı ruh halinin sonucu olarak ortaya konulan ahlaki tepkinin ne türden bir mekanizma içinde üretildiği olmalı; yoksa ülkede her gün onlarca kez meydana gelen böylesi kötü bir olayın neden şimdi hatırlandığı yahut bizzat kendilerinin ahlaktan bihaber olduğu bir topluluğun/ruh halinin neden şimdi böylesi ahlaki bir yargı ortaya koyduğu değil.
Asıl önemli olan, böylesi ahlaki bir yargının nasıl da araçsallaştırılıp, (negatif bir anlamda) siyasallaştırıldığıdır. Zira burada yapılmak istenen, muhafazakâr (dinî) bir toplumdaki “vahşiliğin” ortaya koyulmasıdır. Bunu ortaya koyan insanlar, bundan yararlanarak hem dine bir eleştiri yapma imkanı bulmakta, hem de din gibi en kuvvetli ahlaki yargıları beyan eden bir kaynağı öteleyerek yine de ahlaki bir değer yargısının verilebileceğini söylemiş olmaktadır. Dolayısıyla nasıl ki ilk durumda ahlaksız bir yapıya karşı bir kaynak teşkil edebilecek dinî yargıya karşı duruluyorsa, ikinci durumda da, ahlakın en önemli kaynaklarından birisi olan dinin nasıl da ahlaksız bir ruh hali yarattığı vurgulanarak, bizzat bu ahlaki yapının kendisi alt edilmeye çalışılmaktadır. Ve tam da bundan dolayı bu iki ruh hali birbiriyle örtüşmekte, her iki durumdaki örtük strateji birbirini tamamlamaktadır.
Bu noktada yapılması gereken en önemli hamle, her iki durumdaki örtük önermeleri olumsuzlamak olmamalıdır; olumsuzlamanın ötesine geçip, siyasal bir dilin ortaya konmasına gayret edilmelidir. İlk durumda göstermemiz gereken tepki, liberal bir pozisyona savrulup özür dileyici ya da sözlerimizin yanlış anlaşıldığı gibi bir tavır alış değil, tam tersine bu din dilinin ısrarlı bir şekilde kullanım alanını genişleterek büyütmek olmalıdır. Başka bir ifadeyle, futbolun sadece bir oyun olmadığı; daha da önemlisi, bu yapının ürettiği bütün çatışmacı söylemin bizzat bu yapının kendisini var kıldığı o ahlaksız pozisyondan kaynaklandığı açık edilmeli ve bu anlamda din dilinin, sürekli tekrarlanan bu şiddet dolu retoriği ortadan kaldırıcı mahiyeti ortaya koyulmalıdır. İkinci olayda ise sözde ahlaki gibi duran bir kınamanın, ne türden bir ahlaksızlığı örttüğünü ama daha da önemlisi, bu kınayıcı dilin apaçık bir biçimde bir ahlaki değerler sistemine saldırdığını ortaya koymak gerekir.
Batıcı elitler gelişen şartlarda, belki farkında olmadan artık dinin çok az derecede görünür olmasına bile tahammülsüzlük gösteriyorlar. Bu durumu siyaseten bir kazanıma dönüştürmemizin yolu ise tersine sürekli dinî vurgular yapmaktan geçmektedir. Siyaset işte tam da bu kargaşa anlarında bir değer ifade edecektir ya da siyaset dediğimiz şeyin kendisi bizzat bu durumun kurucu bir dile tercüme edilmesinden başka bir anlama tekabül etmemektedir.
Paylaş
Tavsiye Et