SON yıllarda Arap ülkelerinde yaygın anlayış, Arapların yirmiden fazla parçaya bölündükleri, etkisizleştikleri ve sorunlarına çözüm üretemedikleri yönünde. Dışarıdan bu durum uzun süredir “Arap çaresizliği” olarak tanımlanıyor. Arap ülkelerinin yönetim sorununu, devlet-toplum gerilimlerini ve sokaktaki Arap vatandaşın psikolojik modunu en derinden etkileyen olgulardan birisi İsrail sorunu. Tarihî kökenleri olmakla birlikte Arap algılamasıyla İsrail sorunu; genel olarak İsrail’in Arap toprakları üzerinde genişlemesi, Araplara yönelik sürekli saldırılarda bulunması, ABD ve uluslararası toplumun desteğiyle hem reel-politik düzlemde hem de imaj açısından Arapları zor durumda bırakmasına dayanıyor. Bu sorun Arap toplumlarının sürekli karşı karşıya kaldığı bir travmaya dönüşmüş durumda.
Teoride ve Pratikte Arap-İsrail İlişkileri
Arap ülkelerinin İsrail retorikleri birbirine benzemekle birlikte, bu söylemler dış politikalarında ifadesini bulamıyor. İsrail ile barış imzalayan, politik ilişkileri olan Arap ülkeleri de dâhil yaygın Arap retoriği, İsrail karşıtı. Arap entelektüeller çoğunlukla işgalci ülke, Siyonist güç ve benzeri ifadelerle İsrail karşıtlığını ifade ediyorlar. Arap yönetimlerinin İsrail ile ilgili aynı retoriği kapalı kapılar ardında kullandığı, ancak özellikle 11 Eylül sonrası Araplara karşı uluslararası toplumda şüphenin arttığı dönemde bu retoriği açıkça ifade etmedikleri/edemedikleri gözleniyor. Sonuçta uluslararası ilişkilerden kaynaklanan bu durum, bölgesel/yerel ortam arasında bir gerilim oluşturuyor; Arap toplumlarının devlet-toplum gerilimini sürekli besleyen bu kısır döngüden çıkmaları mümkün olamıyor.
Arap ülkelerinin bir yandan bölünmüşlükten ve çaresizlikten şikayet ederken, diğer yandan başta Arap Birliği olmak üzere ortak kurdukları örgütlerin işlevsiz kalması önemli bir soruna işaret ediyor. Bu sorunun pratik sonucu, Arap devletlerinin kendi siyasi, ekonomik ve jeopolitik çıkarları bağlamında ve çoğu kez geniş Arap dünyasında tepkiler doğuran politikalarla hareket etmeleri.
Arap ulus-devletlerinin İsrail ile ilişki kurmalarının üç farklı bağlamı bulunuyor: Birinci bağlam, Arap toplumlarının genel perspektifinden uzaklaşarak, İsrail ile anlaşma yoluyla “kendi sorununu halletmek” şeklinde ortaya çıkıyor. Mısır’ın Camp David süreci ile 1970’lerin sonunda işgal edilen topraklarını kurtarma karşılığında İsrail ile barış anlaşması imzalaması, bu bağlama örnek olarak verilebilir. İkinci bağlam, uluslararası ilişkilerde barış rüzgarının estiği, bölgede barışın sağlanacağına dair beklentilerin yüksek olduğu dönemlerde Arap devletlerinin İsrail ile ilişkiye geçmeleri durumu. Bunun yakın örneklerinden birisi, 1991 Madrid süreci ile ortaya çıkan olumlu ortamda gerçekleşen Ürdün-İsrail yakınlaşması. Son bağlam ise, doğrudan sürekli ilişki kurma anlamına gelmese de, karşılıklı görüşmeler, diyalog, açık ya da gizli diplomatik faaliyetler olarak ortaya çıkıyor. Suriye-İsrail ilişkileri bu bağlama önemli bir örnek. Karşılıklı ilişki kuramamakla beraber görüşmelerin başlaması için diplomasinin bütün incelikleri kullanılıyor, taraflar arasında bir şekilde diyalog devam ediyor. ABD gözetiminde 1996’da Wye River ve 2000’de Shepherdstown görüşmeleri sonuçsuz kaldı. 1998’de gerçekleşen gizli görüşmeler ümit vermekle beraber doğrudan görüşmeleri başlatamadı. Son olarak Suriye ve İsrail yetkilileri 21 Mayıs 2008’de, İstanbul’da Türk diplomatların gözetiminde görüşmelere başladıklarını ilan ettiler.
Filistin Sorunu
Arap-İsrail ilişkilerinde çözülmesi en zor problemler Filistin sorunu etrafında şekilleniyor. Bir yanda Filistinliler ve İsrail, diğer yanda İsrail iç politikasında şahinler ve güvercinler, Filistin siyasetinde ise Hamas ve el-Fetih arasında çok boyutlu bir tansiyon ve şiddet siyaseti cereyan ediyor. Filistinlilerin seçimle işbaşına gelen yönetimi Hamas, Filistin lideri Mahmud Abbas’ın İsrail ile görüşmesini kabullenmiyor, görüşmelerin bağlayıcı olmayacağını ilan ediyor. Bu durum, barış beklenirken görüşmeler üzerinden yeniden çatışmaların ortaya çıkması olasılığını akla getiriyor. Arap ülkelerinin ortak tutumu, Hamas ve el-Fetih arasında diyalog sağlanması ve Filistin’de ortaya çıkacak bir ulusal uzlaşma ile barışın ele alınması yönünde.
Uluslararası kamuoyunda tam tersi bir kanı hâkim olsa da, İsrail barışa Araplardan daha uzak duruyor. Hemen Barış, Büyük İsrail ve tek taraflılık politikaları birbirinin peşi sıra sona erdi. İsrail siyasetinde barış isteyenler yeni fay hatları oluşturuyor. Çatışma ve güvenliği aynı anda isteyen tutum yerini uzun soluklu barış ile barış için özveri ve taviz gerektiği anlayışına bırakmadıkça, bir sonuç beklemek hayalden öteye geçmeyebilir. Sürekli çatışma durumu Arap kamuoylarında barışı istemeyen unsurları memnun etmiyor. Diğer ifadesiyle çatışmanın sürmesini İsrail’deki şahinler kadar, İsrail’in varlığını kabul etmeyen ve barışa soğuk bakan Araplar da istemiyor. Barış yanlısı Arap entelektüeller ise, İsrail’de nihai güvenliğin barışla olacağına dair bir kanının yerleşmesi ve barış süreci konusunda bir uzlaşmanın sağlanması üzerinde duruyorlar.
Ancak Arap Barış Planı hariç geçtiğimiz on yıl, Arapların Filistin-İsrail uzlaşmazlığında inisiyatifi ellerinden kaçırdıkları bir dönem oldu. Birinci Körfez Savaşı’ndan bu yana Filistinliler sorunlarıyla kendi başlarına uğraşıyorlar. Son yıllarda Suudi Arabistan’ın gösterdiği hareketlilik dışında tam bir Arap çaresizliği söz konusu. Araplar arasında yükselen liderlerin Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad olması bu açıdan şaşırtıcı değil.
Lübnan Sorunu
Bölgede yeni oluşan Şia hareketliliği de eklenince, Arap tepkisi İran ve müttefiklerinin çevrelenmesi olarak şekilleniyor. 2006 Hizbullah-İsrail Savaşı Arap liderlerine olan güveni sarstı. Arap gazetelerinde Körfez ülkelerini ve özellikle Suudi Arabistan’ı nerdeyse İsrail ile aynı safta gösteren yazılar yayınlandı. Lübnan sorunu özellikle Sünni Arap dünyasında gerilime yol açtı. Lübnan’a yönelik İsrail saldırısı kabul edilemez bir gelişme olmakla beraber, Lübnan Hizbullah’ının denkleme dâhil olması durumu karmaşıklaştırıyor. Sünni Arap liderlerin Hizbullah’a mesafesi, bu örgütü İsrail’e karşı savaşan tek cesur oluşum olarak gören Arap kitleleri kendi liderlerinden soğutuyor.
Öte yandan Suudi Arabistan ve Ürdün, İran-Hamas-Hizbullah etkileşimini besleyen tepkiler veriyor. Araplar, bu etkileşimi barışı önleyen boyutuyla sınırlarken, dışlamadan çok boyutlu ilişki geliştirmenin oldukça uzağına düşüyorlar. İran’ı izole etmeden barışı sekteye uğratacak girişimleri engelleyerek barışa katkı sağlanması yönündeki görüşlerin hayata geçirilemediği gözleniyor.
Sonuç
Arap ülkeleri için İsrail bir sorun kaynağı olarak varlığını sürdürüyor. Arap-İsrail savaşları ve İsrail’in varlığını reddetme politikaları geçmişte kaldı. Gelinen noktada İsrail ile ilişkilerde hedeflenen, barış yoluyla kaybedilenlerin geri kazanılması. 11 Eylül sonrası ortamda Arap ülkeleri ABD-İsrail baskılarını üzerlerinde hissediyorlar. Suriye-İsrail sürecinde hem kaybedilen toprakları geriye alma hem de uluslararası baskıyı hafifletme hedefleri etkili oldu. Öte yandan Arap ülkeleri İsrail ile barış süreçlerini yürütmede başarılı değiller ve dışarıdan aktörler ile birlikte hareket etme ihtiyacı duyuyorlar. Bölgenin yeni yumuşak gücü olarak Türkiye’nin girişimleri ise olumlu karşılanıyor. Fransa’nın son aylarda bölgede başlatmaya çalıştığı girişime hızla entegre olma imkanı arayan Mısır, Arap ülkelerinin yeni davranış moduyla ilgili ipucu veriyor. Önümüzdeki dönemde Arap ülkelerini, Filistinlilerin ve Suriye’nin İsrail ile barış görüşmelerinde ve Lübnan-İsrail sorununun çözümünde daha aktif göreceğiz. Ancak bu yeni girişimler ne barış getirecek ne de Arap çaresizliğine son verecektir.
Paylaş
Tavsiye Et