SOĞUK Savaş sonrası sistem arayışlarının ve güçler çatışmasının en yoğun hissedildiği alan olan Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada, çatışma yerine uzlaşma ya da “barış” için bir şans var mı? Bir büyük işgalin yaşandığı, birkaç ülkenin daha tehdit altında olduğu, farklılıkların ayrışmaya dönüştüğü, ayrışmaların da çatışmaya evirildiği bir bölgede, barış adına yola çıkanları neler bekliyor? Derin bir siyasi geçmişe sahip olsa da Türkiye gibi bir bölge ülkesi, dünyanın merkez güçlerinin denetim altında tuttuğu Ortadoğu’da ne ölçüde inisiyatif kullanabilir?
Bu soruların cevapları bölgenin geleceği açısından son derece önemli. Türkiye, Osmanlı siyasal gücünün dağılmasından beri ilk kez bu ölçüde Ortadoğu derinliğine açılma çabasında. Gerek Soğuk Savaş döneminde gerekse sonrasında bölgenin temel sorunlarıyla ilgili hiçbir çözüm arayışına dâhil edilmeyen, ısrarla bölge dışında tutulmaya çalışılan, yakın çevresi ile ortak siyasi tarihi yok sayılan Türkiye, birkaç yıllık yoğun diplomasi girişimiyle bile kendi çevresinde tahmin edilenin ötesinde bir nüfuz alanı oluşturabildi.
Türk diplomasisi için, Cumhuriyet döneminin en ciddi atılımlarından biri olarak görülebilecek bu çıkış, Türkiye’nin “oyun kurucu” olmaya aday bir güç olarak algılanması sonucunu doğuruyor. Ortadoğu-Hazar-Avrupa enerji denkleminde “kilit ülke” olmak gibi bir stratejik değer tanımlaması yapan Türkiye, bölge ülkeleriyle geliştirdiği “çok yakın” ekonomik ve siyasi ilişkilerle güvenilen, sözü dinlenen, danışılan hatta umut devşirilen bir ülke haline geldi. İran ve ABD/İsrail olarak iki keskin nüfuz cephesine ayrılan, her ülkenin bir cephenin mensubu olduğu bölgede Türkiye, iki cephenin de bütün ülkeleriyle konuşup önerilerde bulunmak suretiyle taraflar arasındaki krizi yumuşatıyor.
Türkiye artık ABD’nin bölge politikalarının her alanında yer alabiliyor, AB’nin Akdeniz/Ortadoğu politikalarını etkileyebiliyor, Körfez ülkeleriyle güçlü ekonomik ortaklıklar kurabiliyor ve İran’la güvenlik ve ekonomi alanında sağlam yürüyen ilişkilerini koruyabiliyor. ABD-İran krizinde denge unsuru olabilen, Irak’ın geleceğine ilişkin somut öneriler sunan, Filistin ve Lübnan için barış projelerinde ağrılıklı roller üslenebilen Türkiye, çatışmaların bütün taraflarına söyleyecek sözü bulunan yegane ülke.
Türkiye’nin İsrail-Suriye Barışı Rüyası
Türkiye’nin, İsrail ve Suriye arasında birkaç yıldır ısrarla devam ettirdiği diyalog sürecine de bu açıdan bakılabilir. Irak işgalinden sonra ABD ile İsrail’in menzile yerleştirdiği Suriye’yi kollayıp tedrici dönüşümüne öncülük eden Türkiye’nin, ne kadar haklı olduğu birkaç yıl içinde ortaya çıktı. Üç-dört yıl önce Şam sokaklarında savaş ve direniş yürüyüşleri yapılırken şimdi Suriye, Türkiye’nin öncülüğünde uluslararası sistemle ilişki kurabilmenin rahatlığını yaşıyor. Türkiye de İsrail ve Suriye arasında, Golan Tepeleri’nin iadesi gibi ciddi pazarlıkların yapılabildiği bir barış, en azından bir diyalog sürecine arabuluculuk yapıyor.
Uzun zamandır devam eden süreç, tarafların 21 Mayıs’ta İstanbul’da bir araya gelmesiyle somut bir aşamaya geldi. Bu buluşmada, müzakerelerin 2000 yılında kaldığı yerden devam etmesi, Golan Tepeleri’nin Suriye’ye iade edilmesi konusunda İsrail taahhütlerinin yenilenmesi, Türkiye’nin taraflara garanti vermesi gibi hususlarda ciddi mesafe alındı. Sürecin yürütüleceği temel ilkeler konusunda da anlaşan İsrail ve Suriye’nin görüşmelerle ilgili eşzamanlı açıklaması şöyleydi: “İsrail ve Suriye, Türkiye’nin nezaretinde aracılı barış görüşmelerine başlamıştır. Her iki taraf, bu görüşmeyi iyi niyetle ve açık fikirlilikle sürdüreceklerini beyan etmişlerdir. İki taraf, aralarındaki diyalogu Madrid Konferansı ilkeleri çerçevesinde, kapsamlı barışa ulaşılması hedefi doğrultusunda kararlı ve sürekli bir şekilde yürütmeyi kararlaştırmıştır. Her iki taraf, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a ve Türkiye’ye bu süreçteki rolü ve ev sahipliği için teşekkür etmiştir.”
İsrail aşırı sağı ABD’deki yeni-muhafazakâr çevrelerle birlikte süreci provoke etmez, İsrail Başbakanı Ehud Olmert iktidardan düşmez ve girdiği taahhütler ülkesinde karşılık bulursa, Türkiye’deki görüşmelerden tarihî sonuçlar çıkabilir. Görüşmelerine Haziran’ın ikinci haftasında Ankara’da devam eden tarafların, Temmuz ayında yine Türkiye öncülüğünde doğrudan görüşmelere geçebileceği belirtiliyor. Öte yandan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Olmert ile Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ı Paris’te bir araya getirmek için iki danışmanını Şam’a gönderip bir çeşit “rol çalma” çabasına girmesi de dikkat çekici. Sessiz başlayan müzakerelerin giderek dünyanın ilgi odağı haline gelmesi, Almanya ve Rusya gibi ülkelerin de benzer niyetler taşıdığının açığa çıkması, Türkiye’nin girişiminin önemini ortaya koyuyor.
Görüşmelerle ilgili ilk reaksiyon, Hamas’ın ve Hizbullah’ın yüzüstü bırakıldığı, İran’ın tecrit edilmesi sürecinde Ankara’nın “Truva atı” rolünü üslendiği, İran-Suriye eksenini kırmaya çalıştığı şeklinde oldu. Ancak görüşmelere, bölgenin içinde bulunduğu şartlar göz önüne alınarak bakıldığında ilk algılama yanıltıcı olabilir. Bölgede üçüncü bir yol hiçbir zaman olmayacaktı, olmadı da. Barış yoksa savaş vardı. Diyalog olmayacaksa silahlar konuşacaktı. Barış ve diyalog yolları kapatıldığı, sürekli sabote edildiği için krizin, savaşın tarihi yazılıyordu. Türkiye ise Anglo-Amerikan/İsrail ittifakı Irak’ı işgal etmeye hazırlanırken bile savaşı engellemek için büyük çaba sarf etmişti.
Irak işgalinden sonra ABD cephesi, bir an önce Suriye’yi de dağıtmak istiyordu. Türkiye ise, Suriye’nin temkinli dönüşümü için çaba harcadı, işbirliği yaptı, destek oldu. ABD Büyükelçisi’nin, Şam’a gittiği için Cumhurbaşkanı Sezer’i tehdit ettiği günlerden şimdilerde Türkiye’nin dediği yere gelindiği unutulmamalı. Dolayısıyla İsrail ile barıştan ziyade aslında bir savaşın önlenmesi girişimi şeklinde algılanması gereken bu süreç, İran-Suriye ekseninin kırılması ve İsrail’in “barış istemeyen ülke” olması ön kabulünün ötesinde, Türkiye’nin nüfuzunun göstergesi, en azından “barış önerebilen ülke” olabilmesi çerçevesinde değerlendirilmeli.
İsrail-Suriye görüşmelerinden hareketle bölgede bir çeşit “Osmanlı barışı” projesi uygulamaya konulabilir. Savaş hazırlıklarının tüm hızıyla devam ettiği, nükleer saldırının bile pervasızca dile getirilebildiği, kendisi tehdit iken başkalarını tehdit ilan etmenin yadırganmadığı, bölge dışından gelen barış projelerinin bile ayrışmayı ve çatışmayı beslediği, siyasi bunalımdan ekonomik krize kadar yeryüzünün büyük sarsıntılarla yüzleşme ihtimalinin arttığı bir dönemde, 21. yüzyıla ayarlı bütün planlamaların merkezinde yer alan bu coğrafyada barış ya da en azından etkili diyalog gerçekleşebilir.
İster barış ister diyalog isterse de çatışmayı önleme amaçlı olsun, “Osmanlı” ifadesinin birçok kişiyi rahatsız edeceği ortada. Bu arayışı kimi Cumhuriyet için tehdit olarak algılayacak, kimi saltanat isteği olarak görecek, kimi emperyal bir hırs olarak kabul edecek, kimisi de ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ile karıştıracaktır. Ancak sadece konuşabilmek, ortak bir iletişim kanalı oluşturabilmek, krizleri önlemeye yönelik öneriler geliştirmek, yıllardır bize önerilen barış ve dönüşüm projelerinin yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırmak için barış girişimlerini geliştirmek zorundayız.
Adına ister “Osmanlı barışı” densin isterse başka bir isim bulunsun, gerekirse acı fedakarlıklar yaparak kendi geleceğimizi kendimiz kurmak zorundayız. Çünkü başkalarının bizim için kurduğu bir gelecek hiç olmadı!
Paylaş
Tavsiye Et