DÜNYA ekonomisinde ve Türkiye’de büyük bir sıkışma yaşanıyor. Bu, doğru. Ancak ne dünyada bir felaket var ne de içeride işler tümüyle umutsuz. Ne var ki, psikolojik bir harekatla Türkiye halkının özgüveni kırılmak ve bu millet esir alınmak isteniyor. Mükellef bir ekonomik krizin hükümetleri süpürüp götürdüğünü 2001’de tecrübe edilen “oligarşinin adamları”, bu yüzden neredeyse her yatıra çaput bağlıyor, kriz duasına duruyorlar.
Siz bakmayın başını kaldıran enflasyona ve cari açığa. Bunlar konjonktürel sorunlar. İkisinin nedeni de büyük oranda dış âlemdeki gelişmeler, içeride gerekli tedbirlerin alınmaması değil. Tabii bu yüzden Merkez Bankası (benim artık katılmadığım bir şekilde) faize yüklenince ve ekonomi yavaşlayınca, işsizlik de artıyor. Ancak dışarısı normalleştiğinde, Türkiye kaldığı yerden atılımına devam edecek. Zira yapılan reformlara paralel olarak bizatihi sistemin kendisi artık bütçe açığı, enflasyon ve borç gibi sorun oluşturan yüklerden kurtarıldı. Tam tersine bugün Türkiye bir krize girmiyorsa bu, direnen ekonomik düzen nedeniyledir. Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarının çözümü ise uzun vadeli ve maliyetlidir. Bu süreç de her şeye rağmen başladı. Ancak bazı kesimler ya ne istediğini bilmiyor, bu yüzden hem nalına hem de mıhına vuruyor; ya da zaten artık onların nezdinde hakikat çoktan tatile çıkmış, ne yaparsanız yapın artık destek, takdir, itiraf zaten gelmeyecek.
Bütün olumsuzluklara rağmen Türkiye’de ekonomi sahipsiz bırakılmış değildir. Bu, son derece önemli. Zor bir dönemde istihdam paketi, sosyal güvenlik reformu, enerji sektöründe rasyonel fiyatlamaya geçiş gibi zor konularda adımlar atıldı. Dahası şimdi Türkiye “IMF sonrasında” kendi kalkınma gündemine geçmeye çalışıyor. Bu, uzun süredir halkımızın özlemiydi. Ancak “hamisiz” ve “vasisiz” yaşayamayanlar “çıpa”ları elden gittiğinden feryadı basıyorlar.
Böyle bir iç ve dış sıkışma ortamında bizi şaşırtması gereken esas husus, boğazına tasma geçirilip cebren krize sokulmaya çalışılan bir ülkede hâlâ bizi sevindirecek bazı haberlerin olmasıdır. Ülke ekonomik krize girmek yerine ilk çeyrekte öyle gözüküyor ki, %4-5 civarında büyüme kaydetmiş olacak. Krizler üssü Türkiye’de bunu bile beğenmiyoruz. İkinci olarak son yedi-sekiz aydır, bir ayın ihracat rekoru bir sonraki ay aşılıyor. Hem de dışarıdaki olumsuz havaya, artan enerji ve gıda maliyetlerine, daralan ihracat piyasalarına rağmen. Üçüncü güzel haber, kamu maliyesi cephesinden geliyor. Bu ayki yazıda mali disiplinin neresinde olduğumuzu analiz edeceğim.
Maastricht Kriterleri sağlıklı bir kamu kesimi için bütçe açığı ve borç stokunda iki temel sınır belirliyor: GSYH’nin %3’ünü aşmayacak bir bütçe açığı ve %60’ını aşmayacak bir kamu kesimi (brüt veya AB tanımlı) borç yükü. Türkiye bütçe açığında 2005, kamu borcunda ise 2004 yılından beri bu kriterleri sağlamış durumda. Bu yüzdendir ki, yıllarca %20 bandının üzerinde reel faiz ödeyen Türkiye, kamu kesimi borçlanma gereğindeki (KKBG) ve borç döndürme oranındaki düşüşe paralel olarak 2004 yılından beri tek hanede reel faiz ödüyor. Faiz harcamaları 2001 sonunda bütçe gelirlerinin %100’ünü alıp götürürken, bugün bu oran %32’sine kadar düşmüş. Sadece 1.000 adamın cebine giden faiz kazığı 2001 yılı sonunda GSMH’nin %20’sini aşarken, bugün bu %5,7’ye düşürülmüş (Tablo-1).
Aynı olumlu süreç zor şartlarda 2008 yılında da devam ediyor (Tablo- 2). 2007 yılında GSMH’nin sadece %1,6’sı kadar olan bütçe açığı, 2008’de %1,4’e çekildi. Aynı şekilde kamu borç stokunun milli gelire olan oranı da şu anki %38’ler seviyesinin altına çekildi. Orta Vadeli Mali Çerçeve’de kamu maliyesine güven oluşturmak isteyen hükümet, reform takvimine olan bağlılığını ortaya koymak ve geleceği netleştirmek hususlarında kendini bağlayan ciddi taahhütler verdi.
Dolayısıyla borçlanma göstergelerinde ve mali disiplinde bir gevşeme asla söz konusu değil. Ancak burada vatandaş kafayı Faiz Dışı Fazla hedefinin GSYH’nin % 3,5’ine geri çekilip, elde edilecek kaynakların bu zavallı halk için; üretim, istihdam, altyapı, eğitim, tarımsal dönüşüm, enerji ve gıda üretimi için kullanılacak olmasına taktı. Bu, tek başına mali disiplinin elden kaçırıldığı anlamına gelmez. Eldeki kaynakların harcama kompozisyonu değiştiriliyor demektir. “Kesintisiz borçlanmadan çıkıp, sürdürülebilir bir kalkınmaya geçiş” anlamına gelen bu yeni süreç son derece gerekli bir hal almıştır. Hükümet işsizliği çözmek, enerji açığını kapatmak, gıda üretimini artırmak, bölgesel dengesizlikleri azaltmak adına GAP’ı tekrar başlattı. Yüksek faiz, olumsuz beklentiler ve durgun iç talep nedeniyle zaten büyümenin oldukça yavaşlayacağı ekonomiye yeni bir hayat vermek üzere, enflasyonist olmayan böyle bir görece genişleyici maliye politikasının zamanlaması ve mahiyeti son derece isabetlidir.
Nitekim bütçe uygulamalarında 2008 yılının ilk beş aylık sonuçları açıklandı. Ekonomide büyüme ivmesinin kaybolduğu ilk beş ayda bütçe giderleri sadece %3 artarken, gelirler %4,8 oranında artmış. Faiz dışı harcamalar %11 artarken, faiz harcamalarında tam %17,2 oranında bir azalma var. Vergi gelirleri %18,3, vergi dışı gelirler %28,8 kadar artmış. Bütçe açığı geçen yılın aynı dönemine göre %38,4 gerilemiş. Yılın tamamı için bütçe açığı 18 milyar YTL olarak hedefleniyor. Yılın ilk beş ayında 2 milyar YTL açık var. Buna göre yılın tamamında bütçe açığı hedeflerin altında kalabilir.
Bütün bunlar yargıç ve cuntacı muhtıralarını elinin tersiyle itip Meclis’in iradesini ayakta tutan, reform dinamiğinden kopmayan, ekonomi gündemine sahip çıkan ve en önemlisi de halkın destek ve teveccühüne dayalı bir hükümet sayesinde oluyor. Bilesiniz ki, her şeye rağmen bu ülke krize sokulursa, bunun gerekçesi asla küresel kriz ve içeride uygulanan ekonomi politikaları olmayacak. Kriz olursa, halkının özgürlüğünü ve refahını haram sofralarına tehdit gören Soğuk Savaş’ın son “oligark”ları yüzünden olacak.
Paylaş
Tavsiye Et