“İSRAİL Savunma Kuvvetleri (…) kapsamlı bir hava saldırısı düzenledi. Çoğu sivil ve yaklaşık üçte biri çocuk olmak üzere yüzlerce insanın hayatını kaybettiği saldırının hedefleri arasında yollar, köprüler, devlet daireleri, hastaneler, okullar, yerleşim merkezleri, benzin istasyonları, fabrika, içme suyu tesisleri, evler ve süpermarketler bulunuyordu.”
İsrail devleti, son yıllarda televizyon ekranlarından sıkça duyduğumuz bu cümlelerin sarf edilmesine vesile olan, ahlaki ya da insani hiçbir sınır tanımayan saldırılarına bir yenisini daha ekledi Gazze’de. İsrail, kuruluşu esnasında ve sonrasında, sivil halka yönelik son derece vahşi terör eylemleri yaptı. Yom Kippur, Deir Yasin, Sabra ve Şatilla katliamları hâlâ hafızalarımızdaki canlılığını koruyor. İsrail’in bütün bu katliamları, uluslararası kamuoyu tarafından “var olma hakkı” söylemi çerçevesinde görmezden gelindi, meşrulaştırıldı. Şimdi ise “kendini savunma hakkı” bağlamında yine meşrulaştırılmaya çalışılıyor. İktisadi zenginliği ve gelişmiş askerî teknolojilerle teçhiz edilmiş ordusuyla, bütün komşularından çok daha güvenli ve müreffeh bir durumda olan İsrail’in kimden ve neden korunduğu ise bütünüyle bir muamma.
İsrail’in Hamas’ı bahane ederek, Aralık ayının son günlerinde Gazze’ye yönelik giriştiği saldırılarında da benzer sahnelere tanık olduk. İsrail’in bombalarıyla (bir başkası kullansaydı, uluslararası kamuoyunun yoğun eleştirilerine muhatap olurdu) 418’i çocuk, 111’i kadın, 123’ü yaşlı toplam 1.320 Filistinli katledildi; 1.900’ü çocuk, 800’ü kadın 5.000’i aşkın kişi de yaralandı. Hükümet binaları, evler, fabrikalar, camiler, okullar, hastaneler, klinikler, ambulanslar… içindeki sivillerle yerle bir edildi. Şehrin tüm altyapısı ciddi hasar gördü. Gazze’nin nefes alabildiği tek kanalı olan tüneller tahrip edildi.
İsrail demokratik bir devletmiş ve teröre karşı mücadele veriyormuş! Bu özel olayda da, terörist örgüt Hamas’a karşı bir savaş halindeymiş. Neyin demokrasisi? Kime karşı ve neyle savaş veriyormuş? Demokrasi için 400’ü aşkın masum çocuğu, ana kucağındaki bebeği öldürmenin adı ne zamandan beri “savaş” olmuş? Kendini savunacak hiçbir silahı olmayan, hastanelerde tedavi gören, eğitim kurumlarına sığınmış masum kadın-erkek, çocuk-ihtiyar yüzlerce insanı öldürmek “savaş” kavramının içine sokulabilir mi? Karşıda silahıyla, topuyla, tüfeğiyle teçhiz edilmiş bir ordu yoksa savaştan değil ancak “cinayet”ten söz edilebilir. Karşıda teçhizatlı bir asker değil de ekmek, su, süt isteyen masum bebekler olunca, yapılan işin adı “kahramanlık” değil “bebek katilliği”dir.
“İsrail demokratik bir dünya için savaşıyormuş”; bu kadar büyük bir yalan olabilir mi? Bu orantısız güç kullanımı, aslında Gazze’deki halkın Hamas’a oy vermesini zalimce cezalandırmaktan öte bir şey değil. Eğer İsrail, Hamas’ın silahlı güçleriyle savaşmayı tercih etmiyor, katlettiği insanların üçte ikisini evdeki, okuldaki, hastanedeki masum kadınlar, çocuklar, yaşlılar oluşturuyor ve roketleri değil de halkın gündelik ihtiyaçlarını karşılayacakları kurumları, binaları kullanılamayacak hale getiriyorsa; giriştiği bu katliamın Hamas’a karşı olduğuna, demokratik ülkeler adına savaştığına, kendini koruma hakkını kullandığına vs. sağduyu sahibi hiç kimseyi inandıramaz.
İsrail, Hitler’in ve Nazilerinin yaptığı soykırım uygulamalarının arkasına sığınarak kendi katliamlarının görmezden gelinmesini, kahramanlık olarak adlandırılmasını istedi dünya kamuoyundan; sahip olduğu ekonomik, askerî ve medyatik güçler sayesinde istediğini elde etti de. “Sen ne yapıyorsun; bu yaptığın katliamdır, cinayettir” diyenleri de kolaylıkla “Bize karşı anti-semitizm yapılıyor” suçlamalarıyla susturmaya çalıştı. Hani çağımız bilgi, özgürlük ve eleştiri çağıydı? Hani Batı medeniyeti eleştiri üzerine kuruluydu, insanlığı aydınlatıyordu? Nerede bilgi? Nerede özgürlük savunusu? Nerede eleştiri? “İsrail’in katliamlarını eleştirmek, Yahudilerin var olma hakkına yönelik bir saldırıdır” diyorlar. İsrail’in dünyadaki konumu ve takip ettiği siyasete ilişkin eleştirel fikir beyan etmeyi, anti-semitizm olarak yargılayıp mahkum ediyorlar. Mesele İsrail olunca, Batılı ülkeler, medeniyetlerinin temeli olduğunu iddia ettikleri tüm değerleri çiğneyip geçmekte bir sakınca görmüyorlar. İsrail devleti, Batılı devletlerin dünyanın başına musallat ettiği, çevre felaketlerinden, küresel ısınmadan, nükleer tehditten çok daha büyük bir beladır. (Bölge ülkelerinin, bu konudaki katkılarını da görmezden gelemeyiz maalesef.) İsrail’in olduğu bir bölgede istikrarı ve huzuru tesis etmek imkansız. Çünkü İsrail’in, kendine destek veren ülkelerin politikalarından bağımsız, farklı bir gündemi var. Artık tüm dünyanın bildiği bu hedefi gerçekleştirmek için, -varlık sebebi devletler dâhil- hiç kimseyi dikkate aldığı falan da yok.
İsrail’in işlediği bebek, çocuk, kadın, ihtiyar cinayetlerini soykırım olarak adlandırabilmek için illa insanların toplama kamplarına sokulmaları, gaz odalarına doldurulmaları mı gerekiyor? İsrail’in Filistinlileri mahkum ettiği hayat koşulları, Nazilerin Yahudileri doldurduğu toplama kamplarından çok mu konforlu? Yeni geliştirilen silahların, bombaların Filistin halkı üzerinde denenmesinin gaz odası uygulamalarından farkı nedir Allah aşkına?
Anti-semitizm Değil Anti-vahşet
İsrail karşıtı olmak, İsrail’in “terörist bir devlet” olduğunu ifade etmek ve vahşi cinayetlerine karşı tepki göstermek anti-semitizm değil, insani duyarlılığımızın bir gereğidir. İsrail destekçilerinin kamuoyunda sıklıkla dile getirdiklerinin aksine, dünyanın hemen her bölgesinde, yapılan araştırmalara göre, anti-semitik tavırlarda bir artış gözlenmiyor; tam tersine bir azalma var. Dünyanın gerçek problemi de, dolayısıyla, anti-semitizm değil pro-İsrail’dir, pro-Siyonizm’dir. Anti-semitiklik suçlamasına uğramayalım diye Batı dünyasının şımarık, küstah ve müstekbir çocuğu İsrail’in vahşetini, eşitsiz/orantısız güç kullanımını, “abartı” sözcüğünün hafif kaldığı şiddet gösterilerini, kimyasal silah kullanımını, yaptığı katliamları destekleyecek, mazur gö(ste)recek halimiz yok. İsrail-severler varsın rahatsız olsunlar, Türkiye masum çocukların soykırıma tabi tutulmasını sessiz sedasız seyretmemeliydi ve seyretmedi de.
Türkiye, hükümeti ve halkıyla Filistin halkının yanında olduğunu, İsrail’in vahşi katliamlarının durdurulması için uluslararası kurumların bir an önce harekete geçmesi gerektiğini diplomasi, medya ve meydanlar dâhil hemen her platformda dillendirdi. Bu bağlamda İsrail’in Gazze’deki katliamlarına yönelik tepkiler, bütün kontrolsüz modernleşmeci ve küreselci dönüşümlere rağmen, Türkiye’de hâlâ yaşayan bir şeylerin var olduğunu da gösterdi.
Medyatik İsrail-severler İş Başında
Türkiye’de İsrail’in Gazze’deki katliamlarına karşı verilen tepkilerden, söylemlerden ve mitinglerden rahatsız olanların da bulunduğunu biliyoruz. Anasıyla, yavrusuyla kimi muhalefet partilerinin, meselenin bir iç politika malzemesi haline getirildiğinden şikayet ettiklerini okuduk, dinledik. Cinler ya, anlamayacağız sanıyorlar, İsrail’in katliamlarını görmezden gelmemizi istediklerini cesaretle de dillendiremiyorlar. Cılız bir sesle “Ama Hamas’ın hiç mi suçu yok?”, “Kitleleri meydanlara toplayanlar İsrail’le ikili anlaşmalara neden imza atıyorlar?” türünden mırıldanıp durdular. Sanırsınız, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi kararı alındığında, bunun en hararetli savunucuları onlar olacaklar! Ne Hamas’ın yetersiz ya da başarısız siyaset yürütmesi masum çocukların İsrail bombalarıyla korkakça ve adice öldürülmelerini haklı çıkarabilir, ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin İsrail’le ikili ilişkilerinin olması bu katliam karşısında haykırmamızı engelleyebilir. Bu basit gerçeği göremeyenlerin (gerçekten göremediklerine inanmak istiyorsak da bu konuda şüphelerimizin olduğunu belirtelim) ve kamuoyunun dikkatini farklı yönlere çevirmek isteyenlerin, bu katliamda pay sahibi olduklarını unutmamaları gerekir.
Son birkaç gündür bazı gazetelerde İsrail lobisinin etkisini hissediyoruz. “İsrail’le diplomatik ilişkilerimiz yara alır mı?” ya da “Hamas’ın peşinden mi gidiyoruz?” türünden usturuplu başlıklar altında kimi yazılar ve röportajlar gazete sayfalarını süslüyor. Hatta İsrail lobisinin en etkin örgütlerinin bizzat Başbakan’a hitaben kaleme almış oldukları bir de mektup yayınlandı. Muhterem beyefendiler “bebek katili Barak’ı ve ordusunu”, “kendini savunma hakkını korumaya mecbur kahramanlar” olarak görmemizi istiyorlar. “Yine de bu tip fikir ayrılıklarının ne Türkiye’de ne de başka yerde anti-semitizm üzerinden yansıtılması haklı kılınamaz” diye de ekliyorlar. Yukarıda belirttik, tekrarlamaya gerek yok. Sadece şu kadarını söyleyelim. Türkiye’de anti-semitizm yoktur. Dünyada olup olmadığı ya da hangi boyutlarda olduğu da tartışılır. (Belki, kendilerine dahi zarar verebilecek boyutlarda aşırı bir İsrail-severliğin olduğunu söylemek çok daha doğrudur.) Türkiye’de İsrail’in insanlık dışı uygulamalarını anti-semitizme düşmeden telin edebilecek bir sağduyu var. Binlerce kez uyguladıkları medyatik manipülasyonlarla kafalarımızın karışacağını sanıyorlarsa yanılıyorlar. İsrail’in bu son vahşeti, her şeyi o kadar apaçık gözler önüne serdi ki; fazla söze hacet yok. Tüm dünya, artık şu gerçeği iyice anlamalı: Dünyadaki anti-semitizmin yegane kaynağı İsrail’dir ve Yahudiliğin tek düşmanı vardır, o da İsrail devletidir!
Paylaş
Tavsiye Et