29 MART 2009 yerel seçimleri sonrası Ankara siyaseti yeniden hareketlendi ve özellikle orta sağda yeni projeler ve oluşumlar gündeme taşındı. Demokrasiye yapılan müdahalelerle her on yılda bir kesintiye uğrayan ve sürekli sıfırdan başlamak durumunda kalan Türkiye siyaseti, uzun demokrasi tecrübesine rağmen formel anlamda emekleme devrinde. Siyasete yapılan müdahaleler, hem partilerin kurumsallaşmasına ve bir gelenek oluşturmalarına hem de kadroların doğal seleksiyonuna ve kendi kendilerini yenilemelerine mani oldu. Bu durum yetişmiş siyasi kadroların tırpanlanmasına yol açtığı gibi, partilerin kendileriyle yüzleşmesini de engelledi. Doğal akışın engellenmesi, “yeni oluşum” fikrinin tedavülde dolaşmasına ve tüm zamanlarda müşteri bulmasına zemin hazırladı.
Kapatılan partilerin yerine aynı mirasa talip olan birden fazla parti kuruldu. Siyaset kurumu her seferinde sorunları yeniden keşfetmek durumunda kaldı. Partiler ve kadrolar değişirken, sorunlar kronikleşerek demokrasinin kökleşmesine mani oldu. Bitmeyen senfoniye dönüşen bir “yeni oluşum” kültü oluştu. 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası Demokrat Parti (DP)’nin mirasına sahip çıkmak üzere Adalet Partisi (AP) kurulurken, daha sonra AP kendi içinde çatladı ve yeni partiler doğurdu. 12 Eylül darbesi sonrası oluşan boşlukta ise AP’nin mirasına talip olmak üzere Anavatan Partisi kuruldu; ancak bu girişime karşı Süleyman Demirel’in tarihe mal olan “tapulu arazime gecekondu yaptırmam” sözü siyasi literatüre geçti. Zaman içinde siyasi miras kavgası Türkiye siyasetinin en temel problemlerinden biri haline geldi.
Demokrasinin ve siyasetin normalleşmesini engelleyen örtülü ve açık müdahale geleneği, partilerin kurumsallaşmalarına mani oldu ve siyaseti mühendisliğe açık bir alan haline getirdi. Bu müdahaleler tabii olarak siyaseti kendi mecrasından başka alanlara taşıdı ve millet yerine başka iradelerden medet umar hale getirdi. 28 Şubat sürecinde ve en son 367 tartışması sırasında yaşananlar, siyaset kurumu üzerinde nasıl bir karartma yapıldığını açıkça gösterdi.
Kuruluş tarihi itibarıyla Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) bu söylediklerimizin istisnası gözükmekle birlikte, aslında parti tarihi yakından incelendiğinde benzer tahribatın onun için de geçerli olduğu görülür. Türkiye siyasetinin en önemli partilerinden biri olan CHP, halkın gözünde 27 Mayıs’ın zımni ortağı olarak kabul edilirken, partinin zaman içinde değişmesinin önü kesildi. 12 Eylül darbesi de CHP’de ciddi kırılmalara yol açtı ve hatta daha da ileri gidilerek parti kapatıldı. 1990’lı yılların ortasında Deniz Baykal önderliğinde bir ekip tarafından yeniden açılan CHP, geçen zaman içerisinde arşivini, kütüphanesini ve değerli kadrolarını kaybetti. 2002 yılında kurulduktan hemen sonra tek başına iktidara gelen AK Parti ise henüz yedi yaşında olmasına rağmen bugün Türkiye’nin en örgütlü partisi konumuna yükseldi.
Siyaset Paradigma Değiştirdi!
Ülkenin yaşadığı değişim ve dönüşüme bağlı olarak siyasetin de terimleri ve paradigması değişti, yapılış usulleri modernleşti ve yeni bir siyaset doğdu. 1980 sonrası dönemde “merkez, sağ, sol” gibi kavramlar açıklama güçlerini kaybetti. Dünyanın hızla küreselleştiği ve Soğuk Savaş dönemi literatürünün eskidiği bir dönemde toplumu, siyaseti ve hepsinden öte günümüz dünyasını eski kavram setleriyle tahlil etmek doğru neticeler vermiyor; yeni kavramlar ve yeni bir dil üretmek lazım.
Merkez kavramının Türkiye siyasetinde anlamını yitirdiği ve içinin boşaldığı 1980 sonrası dönemde birçok merkez hikayesi dinlememize rağmen aslında bunlar, değişimi göremeyenlerin kullandığı bir terminolojiydi. Turgut Özal’ın Türkiye siyasetini “önce tasfiye sonra tefsiye etmesi”yle beraber siyasi jargon da değişti. Türkiye’nin hızla şehirleşmesine ve iktisadi refahın yükselmesine bağlı olarak sosyal hareketlilik hızlandı, siyasetin kavram seti farklılaştı. 1990’larda sıkça müracaat edilmesine rağmen aslında merkez kavramı açıklama gücü zayıflamış bir terimdi. Refah Partisi’nin önünü kesmek için kendilerinin merkez siyaseti temsil ettiğini ileri sürenler büyük bir kandırmaca içindeydi.
Bu partiler toplumsal merkeze oturmak yerine kendilerini siyasal merkeze oturtup tabanlarından koparlarken, güçlerini kaybetmemek için başvurdukları korkutma işe yaramadı ve toplum bu partileri 3 Kasım 2002’de tasfiye etti. 2004, 2007 ve 2009 seçimlerinde şanslarını yeniden deneseler de her defasında hüsranla karşılaştılar.
Türkiye Partisi mi, Türkiye’nin Partisi mi?
İki ay evvel yapılan DP kongresinde genel başkanlık koltuğuna oturan Hüsamettin Cindoruk’un halen merkez siyasetinden bahsetmesi gerçekten manidar. %3,5 oy alan DP’nin merkez partisi, %38,5 oy alan AK Parti’nin “aşırıcı” parti olduğunu savunmak, ancak Demirel ekolünün yapabileceği bir cerbeze olsa gerek. Tıpkı Karadeniz fıkrasında olduğu gibi, ters yöne girenler, karşılarından gelenleri ters yönden gelmekle itham ediyorlar.
Abdüllatif Şener tarafından uzun zamandır kurulması düşünülen parti de seçimlerden sonra kuruldu. Türkiye Partisi adını alan parti, yüksek bir heyecana ve beklentiye neden olmasa da, AK Parti’nin geriletilmesini isteyen çevrelerde bir umut ışığı yaktı. Partinin kurucular kurulu, programı ve manifestosu irdelendiğinde, Şener’in partisinin AK Parti’den daha ileri ne söylediği tam olarak belli olmuyor. Kendi söylemleri ve hedefler beyannamesiyle halkın önüne çıkmak yerine Şener, stratejik hedef olarak AK Parti’nin mevzi kaybetmesini ve zaman içinde kendisine bir fırsat doğmasını bekliyor.
Aslında mevcut haliyle Türkiye siyasetinde boşluk, sağ siyasetten ziyade sol siyasette yaşanıyor. CHP’nin pozisyonu ve temsil gücü irdelendiğinde sol kulvarda büyük bir boşluk olduğu görülüyor. AK Parti karşısında alternatif oluşturamayan ve iktidar olma umudu taşımayan CHP, statükodan yana aldığı tavırla sürekli mevzi kaybediyor. Özgürlükçü ve yenilikçi vasıflarını yitiren CHP, bugün dünden daha fazla müesses nizamın temsilcisi durumuna geldi ve sol vasfını kaybetti.
İster sağda veya solda olsun ister yeni kurulsun veya kurulması planlansın, tüm oluşumların artık yeni Türkiye’yi doğru okuması ve AK Parti tarafından ileri bir noktaya taşınan özgürlük ve hizmet çıtasının üzerinde bir yerde konumlanması gerekiyor. Türkiye Özal dönemiyle beraber başlayan ve Erdoğan’la devam eden serbestleşme ve büyüme yolundan geri dönemez. Şehirleşme, iktisadi refah, demokrasi kalitesi anlamında ülkenin yaşadığı geniş kapsamlı değişim iktidar olacak partiler için de artık bir kriter oluşturuyor. Türkiye, dünyayı artık daha yakından izliyor ve orada ne varsa kendisi de onu istiyor. Son tahlilde Türkiye’de artık “İktidar kim olacak?” sorusu tali bir mesele haline geldi ve asıl problem “İktidara gelecek parti ne yapacak?” sorusu etrafında dönmeye başladı.
Paylaş
Tavsiye Et