Ramazan, bir yıl boyunca dünyaya bulanan insan bedeninin kendini frenlediği, ruhun kendine döndüğü, iklimini tüm yerkürede hissettiren kutlu bir aydır. Modernitenin dayattığı haliyle “mülkümüz” değil de bize O’nun bir emaneti olan “beden”in, ibadet ve tefekkürle nefsin sonu gelmez isteklerinden, tamahkârlığından arındığı Ramazan, ruhlarımız için adeta bir ilahî şölendir. Sadece O’nun rızasını kazanmak için Ramazan ayında imsakten iftar vaktine değin nefsin ihtiyaç duyduğu ve zevk aldığı şeylerden uzak duran insan ruhu, nefsin köleleştirici zincirlerini kırar, hakiki manada özgürleşme yolunda ilerler.
Yasin Aktay, yoksulluğun tezahürleri ve festival iklimi üzerinden bir Ramazan değerlendirmesi yaptığı yazısında, Ramazan’ın ibadet edene de, bu işin içinde kendine bir eğlence alanı bulana da hitap eden bir yanının olmasının, onun manevi anlamlarının yanı sıra toplumsallığı kuran, kültürü inşa eden gücüne işaret ettiğini söylüyor.
Nazife Şişman, Ramazan’ın kültürel zenginliğinin doğal sürecinden çıkıp “geleneksellik” adı altında pazarlandığına dikkat çektiği yazısında yine de “ah o eski Ramazanlar” söylemine kapılmamamız, Ramazan’da camileri dolduran gençleri, evlerde okunan mukabeleleri, rızkından ayırıp yoksulu yetimi kollayanları da görmemiz gerektiğine işaret ediyor.
Yusuf Ali Başak, orucun asıl anlamının, zamanla kişi arasındaki mesafeyi kişi lehine azaltması olduğunu söylüyor: Oruç, zamanı tutma eylemidir ve zamanın bu tutulması, unuttuğunu hatırlamanın ta kendisidir.
Fatma Zehra, edebiyatçılarımızın çocukluk Ramazanlarını anlattığı yazısında, Ramazan ve çocukluğun her ikisinin de özünü oluşturan günahtan berî olma ve safilik halinin, bu zaman dilimlerini hem bereketli hem de şiirsel kıldığına değiniyor.
Alpaslan Durmuş ise Ramazan’ı çocukla nasıl buluşturmamız gerektiğini irdeleyen yazısında, “kendini tutma”yla gelen açlık saatleri sonrasında oturulan iftar ve sahur sofralarının çocuk damağına çok farklı tatlar sunacağını söylüyor.
Kendini/nefsini tutmak, özgürleşmektir.
Paylaş
Tavsiye Et