ÇOCUKLUK, insanoğlunun hayat döngüsü içerisinde yaşadığı en şiirsel zaman dilimidir. Maddeyi algılayışındaki safiyet, dünyayı anlamlandırmasındaki yalınlık ve sezgilerindeki yanılmazlık, bir çocuğun hayatı şiir gibi yaşaması için en önemli unsurlardır. Samiha Ayverdi Hatıralarla Başbaşa’sında çocukluğun şiirsel iklimine şu önemli cümlesiyle atıf yapar: “Çocukluk şiirdir; çocuk da şâir.” Bu yüzdendir ki, hayatımızın orta yerinde çıkagelen bir çocuk, dünyamıza yepyeni anlamlar katar ve yaşamımızı adeta bir şölen yerine çevirir.
Nasıl ki hayat içinde çocukluk evresi şiire en yakın zamandır, aynı şekilde Ramazan da bir yıl içinde yaşanan en şiirsel ve en çocuksu anlar bütünüdür. İkisinin de özünü oluşturan günahtan berî olma ve safilik hali, bu zaman dilimlerini hem bereketli hem de şiirsel kılar. Ve birbirini en güzel şekilde tamamlayan iki olgu haline getiriverir. Bu iki saf ve mübarek olguyu bir araya getiren çocukluk Ramazanları ve ilk oruçlar ise hepimizin şuuruna nakşedilmiş en şiirsel vakitler manzumesi olduğundan, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, asla unutulmaz ve her dem “Ah nerede o eski Ramazanlar…” şeklinde anılır. Edebiyatçılarımızın eserlerinden de zaman zaman bu nida yükselmiş; Süheyl Ünver’in ifade ettiği gibi “bir Ramazan medeniyeti” olan medeniyetimizin çocuksu yüzü böyle hatıralarda daha bir belirgin hale gelivermiştir.
Edebiyatçıların çocukluğundaki Ramazanlar denince, hiç şüphesiz ki ilk olarak Halide Edip’in Mor Salkımlı Ev’inden yükselen o çocuksu sesler kulağımızda çınlar: “Akşam namazını acele ile evde kıldıktan sonra Sütbaba elindeki feneri sallayarak ve bir omzuna beni yerleştirerek, Bacı ile şakalaşarak tekrar Süleymaniye’ye teravih namazı kılmak için gittik. Sokaklar hareket halinde yüzlerce fenerle doluydu. Kalabalık bir ateş böceği kafilesi halinde hareket ediyor ve minarelerden ‘Allahu ekber, Allahu ekber’ nidaları havaya yayılıyordu… Bu akşam ilk defa mahya denilen şeyi gördüm. Minareden minareye havadan uzanan ışıktan yazılar, mavi kubbede ne garip ve tabiat üstü bir nur tecellisi… Ramazanı karşılayan bu nurdan yazılar, beni belki Baltazar’ın duvarda gördüğü yazılar kadar şaşırttı.” O zamanlar henüz çocuk olan yazarımız eski bir Ramazan geleneği olan mahyalara şaşırmakla kalmaz. Teravih namazı kılınırken, kalabalığa hâkim olan intizam içindeki ihtişama da çocuk aklıyla hayran olur: “Nevres Bacı beni kadın sıralarının arasına sıkıştırdığı an birdenbire ‘Salli âlâ Muhammed’ nidası, insanları ayağa kaldırdı. Bir tek ses, imamın sesi, her hareketi idare ediyor. Her hareket muazzam ve karışık bir ahenkle tek falso yapmadan bir hareket senfonisi halinde birbirini takip ediyor. Mütemadi bir ışıltı bu insan kütlesinin kalktığını, eğildiğini, alınlarının seccadeye kapandığını görüyor ve işitiyorsunuz. Nihayet her şey sükût.”
Ercüment Ekrem Talu da çocukluğunda Ramazan’ın şiirselliğini ruhunda duyanlardan:
“- Bu gece Ramazan. Sen oruç tutacak mısın bakayım?
- Tutacağım anneciğim.
Ama benim orucum öğleye kadardır, büyüklerinkine benzemez. Öyle ya, ben ufağım, akşamlara kadar dayanamam ki… Bununla birlikte benim de pazarda gezdirici Hacı Baba’dan alınmış pembe pamuk püsküllü, yamrı yumru taneli, odundan tesbihim var. Ben de sofu olmaya istekliyim. Cami cami ben de dolaşacağım. Ancak beni sevindiren -açıkça söylemeliyim ki- bunların hiçbiri değil. Ramazan, benim için her zamankinden çok hürriyet, eğlence, zevk ayıdır. Her gece beni yatsı ezanıyla yatağa sokan, her sabah horozlarla birlikte tatlı uykumdan uyandıran mecburiyetlerden hiçbiri yok. Okul öğleye kadar tatil. Ben de mahallenin çocuklarına kapılıp bekçinin ardında sokak sokak dolaşacağım, lalamla Karagöz’e gideceğim, bizim evde toplanan konu komşu çocuklarıyla fincan oynayacağım. Sonra uykuyu yenebilirsem sahur yemeği yiyeceğim… Bu ne mutluluk.” (Mehmet Nuri Yardım, Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları, Nesil Yayınları, 2006)
Ramazan’ın gönüllere duyurduğu ilahî neş’eyi çocukluğunda doya doya yaşayanlardan biri de Nihad Sami Banarlı: “Ben, henüz yavru sayılacak yaşlarımda, Ayasofya’daki Kadir gecelerini görmüştüm. Çocuk rûhum, o gecelerde, binlerce ve bir çocuk görüşü için, on binlerce Müslümanın, bir ses, bir rûh, bir vücud gibi dalgalanışı karşısında derin heyecan duyar, sanki rûhum yanardı.” (Îman ve Yaşama Üslûbu)
Ramazan’ın ve akabinde gelen bayramın çocuk ruhlara nakış nakış işlenen güzelliğine ve her daim hasretle yâd edilişine bir örnek de Çağlayanlar müellifi Ahmet Hikmet Müftüoğlu’ndan: “Çocuk iken arife gecesi vâlidemiz, dadılarımız bizi erken yatmaya mecbur ederlerdi. Çünkü erken kalkmak lazımdı. Fakat ertesi günün bize vaat ettiği şenliğin hayâliyle uyumak kabil mi idi? Bin türlü emeller ile yatağın içinde bir sarhoş gibi döne döne sabahı bulurduk, henüz şafak atarken dışarıdan doğru gelen hafif, terlikli bir ayak patırtısı bize vaat edilen sevinç dakikalarının geldiğini bildirirdi. Yatağımızda doğrulur, bir iki dakika sonra yanan ve ince beyaz bir çiçeklikteki açık pembe bir lâle goncasına benzeyen, mumun alevi karşısında uykusuz gözlerimiz dalardı. Oh! Bu sabahleyin, alacakaranlıktaki mumun soluk ışığını hiçbir zaman unutmam. Avrupa’da köylerde pek erken kalktığım günlerde bile yanan bir muma tesadüf etsem bayram sabahını, mânevî feyzini anar, şimdi toprak olan, öpülen ellerin hasretiyle yanardım.” (Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları)
Ramazan hilali çocuk kalbine doğanlardan biri de Ahmet Turan Alkan: “Her yıl, öncekinden daha fazla çabuk geliverdiği hissine kapıldığımız Ramazan, bütün bir senenin en renkli ayıydı şüphesiz. Bizim çocukluğumuzun Ramazanları çatayaz kış günlerine denk gelmiştir. Ramazanın Sivaslı çocuklara vaat ettiği Karagöz, meddah nevinden hoşluklar, ‘Aaahh, Direklerarası’nda ne kantocular vardı!...’ türünden nostalji nöbetleri değildi elbette. Belki biraz horoz şekerinin yapışkan lezzeti, biraz tapa tabancası keyfi, biraz da oruçlu kısa günlerin iftarına doğru büyüklerimizden aldığımız, ‘Benim oğlum erkek olmuş da oruç tutmuş’ kabilinden iltifatlardı.” (Altıncı Şehir)
Ahmet Altan da çocukluk ülkesine dönüp baktığında, Ramazanlarda yaşadığı iç huzurunu derin bir tahassürle hatırlayanlardan: “Çocukluğumda tuttuğum oruçların, oturduğum iftar sofralarının huzurunu hiç unutmadım. Bugün, bir tek kez öyle bir huzurla iftar yapabilmek isterdim. O huzuru hissedenler, dilerim, o huzuru gereksiz öfkelerle bozmazlar. Ben bir daha o huzuru bulamayacağım. Ama, ‘yanağını dışarının soğuğunu hissederek cama dayayıp, evin çaprazındaki caminin ışıklarının yanmasını bekleyen’ çocuğu anlatmayı hep deneyeceğim. Sanırım bunu hiçbir zaman tam da beceremeyeceğim.” (“Cami Işıklarına Bakan Çocuk…”, Hürriyet, 23 Ekim 2005)
Ramazan’ın şiirsel atmosferinden midir bunca hisleniş, dünyayı şairane algılayan çocuğun safiyetinden mi, bilinmez… Bilinen bir şey varsa, ne kadar büyüsek ve modern zamanların bereketsiz anlarına düşmüş olsak da, kulluk şuurumuzun Ramazan’ın çocuksu yüzünde şiirleştiği ve bizi yeniden çocuklaştırdığıdır.
Paylaş
Tavsiye Et