Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2009) > Dosya > Eski kavga yeni aktörler: Bürokratik oligarşi demokrasiye karşı
Dosya
Eski kavga yeni aktörler: Bürokratik oligarşi demokrasiye karşı
Bekir Berat Özipek
“HALK 1950 yılında ne yaptı? Kendisini 700 yıldır ezen bürokrasiyi oylarıyla yönetimden uzaklaştırdı… Şöyle geriye dönüp baktığımızda, bürokrasinin jandarmalarının birer işkence zebanileri olduğunu görürüz. Bana öyle geliyor ki, Türk halkının bürokrasiden çektiğini dünyanın hiçbir halkı yönetimden çekmemiştir. Anadolu halkı tarihin en büyük zulmü altında inlemiş ve fırsat bulur bulmaz bürokrasiyi devirmiştir.” Abdi İpekçi ile bir sohbetinde böyle diyordu Yaşar Kemal. (Kazım Berzeg, Liberalizm, Demokrasi, Kapıkulu Geleneği, Liberte Yayınları, Ankara, 2000, s. 155)
Gerçekten de Türkiye toplumu hiçbir şeyden çekmedi dünyada, kendi bürokratından çektiği kadar. Hâlâ da çekmeye devam ediyor. Aslında epeyce eski, Osmanlı devrinden beri devam eden, Cumhuriyet döneminde daha da ağırlaşan bir sorun bu. Saray’ın güçlü olduğu dönemlerde sesi çıkmayan bürokrat tayfa, eline fırsat geçer geçmez yeniçerisinden paşasına, “memleketi kurtarmak” veya “şeriatı yeniden tesis etmek” adına Saray’a “ayar verme”yi ihmal etmiyordu. Ama yine de o dönemde devletin dayandığı meşruluk zemini sayesinde, bürokrasinin sahip olduğu iktidar, sultanın otoritesiyle dengeleniyor; monarşinin uhrevi ve dünyevi iktidarı yüzünden bürokrat, gönlünde yatan türden tam bir egemenlik veya bir bürokratlar oligarşisi kuramıyordu.
Monarşi yani “tek kişinin iktidarı” ile oligarşi yani “bir grubun veya zümrenin iktidarı” arasında tercih yapmak durumunda kalan hiç kimse oligarşiyi seçmez. Çünkü sarayı ve sülalesiyle tek bir “kişi”yi doyurmak kolaydır; ama asalak bir
“zümre”yi doyurmak mümkün değildir. Üstelik oligarşi sadece emri altında tuttuğu kuşağın değil, onların çocuklarının da kendisine hizmet etmesini mümkün kılacak bir yapıyı kurumsallaştırmaya çalışır. Bu yüzden demokrasi monarşiyle birlikte varolabilir, ama oligarşiyle asla.
Parantezi kapatıp tekrar konuya dönecek olursak, gün geldi, Osmanlı bürokratı gönlünden geçen iktidara tamamen el koymayı başardı. “Balkan Harbi”ydi, “yönetim gafil”di, “vatan elden gidiyor”du, “memleketi kurtarmak” “icab-ı asra intibak etmek” gerekiyordu, “ittihat”tı, “terakki”ydi, “Bâb-ı Âli Baskını”ydı… Gerekçelere -daha doğrusu bahanelere- takılmaya gerek yok; onu sosyolojiden, ekonomiden ve maddi ilişkilerden bağımsız tarih yazanlar yapsın, biz ekonomik ve siyasi iktidarın değişimini izleyelim. Bürokrasinin mutlak egemenliği ele geçirdiği dönemden günümüze kadarki tarihi bir de bu gözle okuduğumuzda, Osmanlı ile Cumhuriyet dönemleri arasındaki sürekliliği de daha iyi anlayabiliriz. Yine böyle okuduğumuzda, “Cumhuriyet”, “inkılaplar”, “ulus yaratmak”, “milliyetçilik” ve “laiklik” gibi kavram ve sembol düzeyinde gerçekleştirilen değişikliklerin, aslında daha temelde hangi değişiklikleri izah etmek için kullanıldığını anlayabiliriz. Böylece, odağında asker ve sivil bürokrasinin yer aldığı bir zümrenin suyun başına oturmayı nasıl meşrulaştırdığını ve yeni bir egemenlik ilişkisinin nasıl tesis edildiğini görebiliriz.
 
Söz Düşünürde
Bunun için Cumhuriyet’i önceleyen ve onunla tamamına eren siyasi bir kırılma noktasının analiziyle başlamak gerek. Bunun için de sözü, olağanüstü değerli bir analizi basit bir dille anlatan Kadir Cangızbay’a bırakmak gerek.
Cangızbay’a göre, bürokrasi iktidarı ele geçirmişti ama o sonuçta Osmanlı bürokrasisiydi; “büro’sunu da, kratos’unu da Osmanlı’dan, Osmanlı olarak almıştı” ve “ne kadar güçlü olursa olsun, bürokrat sonuçta memurdu ve gücünü amirinden alıp bu gücün meşruluk temelini de amirinde bulur”du.
Sahip olduğu yeni egemen konumunun ihtiyaç duyduğu meşruluğu, kendisine karşı mücadele ederek iktidarı ele geçirdiği eski rejimde aramaması gerektiğinin farkında olan bürokrasi, alternatif bir meşruluğa dayanmak zorunluluğu duyacaktı. Çünkü:
“… Saltanatı da başından atmış Osmanlı bürokratı, belki artık tek/en güçlüdür; ama aynı zamanda amirinden, dolayısıyla egemenliğini meşrulaştıracak temelden de yoksun kalmıştır. Bir toplumsal grup olarak bir sınıf oluşturmadığı gibi herhangi bir aile ya da aşiret, hatta kavim ya da ırka dayanmadığı için egemenliğini bunlar adına da meşrulaştıramaz. Kaynak olarak İslam’ı gösterse, bu sefer de, iktidarı yine bir Osmanlı’ya, yani Halife’ye terk etmek, en azından onunla paylaşmak zorunda kalacaktır. En iyisi mi, egemenliğin kaynağına milleti yerleştirmektir; ama şu şartla ki, buradaki millet rüştünü ispat etmemiş olarak kabul edilip, kılık kıyafetinden dinleyeceği müziğe her konuda eğitilip medenileştirilecek bir millet olacaktır; tabii eğiticisi/nasıl eğitileceğine karar verecek olan da iktidarı elinde tutanlar. Böylesine kapsamlı bir eğitim, ister istemez bir ilmihal’i de zorunlu kılacaktır, ancak bu tabii ki İslam ilmihal’i olmayacaktır -yoksa, işin içine yine Halife girer ya da Halife girsin girmesin, kendileri giremeyecektir-; öyleyse bir önceki ilmihalin kaynağına mümasil, evrensel(lik) ve mutlak(lık) (iddiasında), onunla zıtlaşması değilse bile örtüşmemesi zorunlu yeni bir kaynak bulmak gerekir ki, o da Akıl ve de pozitivist anlamıyla Bilim olacaktır”. (Bkz. Kadir Cangızbay, Hiçkimsenin Cumhuriyeti, Ütopya Yayınları, Ankara, 2000, s.14-15)
Yoruma gerek var mı? Bu pasaj, yaşadığımız siyasi dönüşümün sosyal ve ekonomik boyutunu, yeni düzenin ideolojik referanslarının, sloganlarının veya marşlarının ardındaki gerçekliği bütün çıplaklığıyla ortaya koymuyor mu?
 
Tek Parti Dönemi:
“Bürokratik Oligarşi”nin Altın Çağı
İktidarı mutlak anlamda ele geçirip sonra sahip olduğu devleti batırmasıyla bürokratik yönetim geleneği sona ermedi. Tersine, Cumhuriyet döneminde, Mustafa Erdoğan’ın da belirttiği gibi, kendisini bir de “resmî ideoloji” ile teçhiz ederek, daha güçlenmiş ve egemenliğini kurumsallaştırmış olarak yoluna devam etti.
Yaşlı CHP’lilerin özlemle andığı Tek Parti Dönemi, bu anlamda bir bürokrat cennetiydi. “Halkı eğitme”nin, onları “uygarlaştırma”nın bir maliyeti vardı ve ekonomik ve sınıfsal anlamda bu maliyet dezavantajlı çoğunluğun sırtına yüklenecekti. Bürokrasi bir “sınıf” değildi; ama bu dönem, Marksist düşünür Nicos Poulantzas’ın “bürokrasinin bir sınıf gibi hareket etmesi” olarak tanımladığı durumun en çarpıcı örneğini ifade ediyordu. Eğiten de, yöneten de, yağmalanan Rum ve Ermeni malları (gayri milli burjuvazi) ile ve devletçe sağlanan inhisarlar sayesinde kendi içinden “milli burjuvazi”yi çıkaran da esas olarak bu “sınıf”tı.
Bu kadar büyük ölçekli bir “halkı kurtarma” operasyonu, hiç kuşkusuz “kurtarılmak” istemeyen kitlelerin ekonomik, sınıfsal, etnik ve dinî muhalefetiyle karşılanacaktı. İşte devletin ve onun bürokratlarının hiç de sevecen olmayan yüzü de tam bu noktada belirginleşecekti. Anadolu halkının jandarma korkusunun veya bürokrat karşısındaki ezikliğinin “bürokratik olmayan” gayet makul gerekçeleri vardı.
 
Çok Partili Dönemden Günümüze:
Oligarşi ile Demokrasi Arasında
İç ve dış koşulların zorlamasıyla aksak da olsa demokratik seçim mekanizmasının tesis edilmesi belki gerçek anlamda bir demokrasiye geçiş anlamını taşımıyordu; ama bürokrasinin ekonomik ve siyasi iktidarını gönülsüzce de olsa halkla paylaşması anlamına geliyordu. Yine yaşlı CHP’lilerin “Demokrasiye erken geçildi, halkımız henüz o olgunluk seviyesinde değildi” yakınmalarının maddi temeli buydu.
Çok Partili Dönem, bu anlamda sürekli bir gerilimi ifade edecekti. Sosyal piramidin üstü ile altı, atanmışlar ile seçilmişler, asker ve sivil bürokratlar ile siyasetçiler arasındaki bitmek bilmeyen kavganın ekonomi politiği böyle özetlenebilirdi. Bu kavga siyaset alanında, esas olarak bürokratik yönetim geleneğinin taşıyıcısı ve başlıca siyasi aktörü olan CHP ile ona muhalif olarak ortaya çıkan ve yine esas olarak dezavantajlı çoğunluğa dayanan DP geleneği arasında cereyan etti; hâlâ da ediyor.
Adeta periyodik olarak on yılda bir gerçekleştirilen darbe ve muhtıralar, iyi kötü işleyen demokratik mekanizmalar yüzünden topluma geçen mevzilerin ve kaybedilen ayrıcalıkların ayrıcalıklı zümre tarafından geri alınma çabası olarak okunabilir. Yine yargı-siyaset gerilimi de, seçilmişlerin yetkilerini tırpanlamak için her fırsatı değerlendiren sivil bürokratların aynı kaygısının ürünü olarak değerlendirilebilir. Kesinlikle kişisel olmayan bir mücadeledir bu. Ne belirli bir siyasetçinin ne de belirli bir bürokratın, yüksek yargı organı üyesinin veya generalin kişisel uzlaşmazlığıyla veya hırçınlığıyla izah edilebilecek kadar yapısal bir sorundur. Yani bürokrasi ile bugünkü kavganın temel nedeni Başbakan Erdoğan’ın, hatta CHP lideri Baykal’ın bile kişisel özelliklerinden dolayı değildir; bu kavga, kişileri, partileri veya belirli bazı kurumların temsilcilerinin kişisel siyasi tercihlerini aşan, çok daha derin ve gayri şahsi bir kavgadır.
 
“Bürokratik Oligarşi” Aşılabilir mi?
Geçen yüzyılın başında bürokrasi, ekonomik ve siyasi iktidar mücadelesinde önündeki monarşi engelini aşmış, bir zümre veya “sınıf” olarak iktidarı ele geçirmiş ve adaletsiz bir tarih yazmıştı. Şimdi aynı savaşı demokrasiye karşı veriyor. Taraflardan biri kendi kavgasını “Akepe ülkeyi satıyor”, “Cumhuriyet’in kazanımları elden gidiyor” ve “bölünüyoruz” diye meşrulaştırmaya çalışıyor; diğeri de “demokrasi”, “Avrupa Birliği”, “milli birlik ve bütünlük”, “adalet” ve “kalkınma” diye. Ama bu ideolojik meşrulaştırmaların altında, eski kavga devam ediyor. Bu yüzden Menderes ve Özal gibi Erdoğan da “bürokratik oligarşi”den şikayet ederken aslında çok daha temel bir soruna işaret ediyor.
Bugün bürokrasinin en çok ezdiği dezavantajlı çoğunluğa dayanarak tek başına iktidara gelen bir parti var, iç ve dış koşulların zorlamasıyla bir demokratikleşme rüzgarı esiyor ve bürokratik oligarşi demokrasiye karşı eski mevzilerini koruma mücadelesi veriyor. Bu mücadelede sevelim veya sevmeyelim, içinde bürokratik zihniyet, yapı ve işleyişi temsil eden bürokratların kilit pozisyonlarda olduğunu görmekten şaşıralım veya şaşırmayalım, demokrasiyi temsil eden en büyük örgütlü güç AK Parti olarak somutlaşıyor.
Pastanın dağıtıldığı “merkez”in kenarında kalmış kesimlerin iktidara taşıdığı bu parti, bürokratik oligarşiye karşı gayri ihtiyari bir mücadele veriyor. Yani o uzlaşmak istese bile egemen zümre, ayağının altındaki halının zaman içinde kaydığını hisseden oligarşik yapı uzlaşmıyor. Ve bugün bu kavga daha da şiddetlenmiş biçimde basından üniversiteye, garnizondan mahkemeye kadar bütün alanlarda devam ediyor.
“Kenar”dan gelenlerin kazanması elbette demokrasinin otomatik zaferi anlamına gelmeyecek; ama demokrasiyi mümkün kılabilecek çok temel bir engelin aşılması, tabiri caizse “eşeğin büyüğünün ahırdan çıkarılması” anlamını taşıyacak.

Paylaş Tavsiye Et