BÜROKRASİ kavramı, daha çok, kamu bürokrasisi anlamında kullanılır. Bu anlamda bürokrasi, daha önceden belirlenmiş politikaları hayata aktaran örgüt şeklinde tanımlanır. Bu örgütün iki önemli özelliğine dikkat çekilir: Geniş ölçekli yapısı ve çalışanlarının yüksek düzeyde teknik bilgi ve beceriye sahip olması.
Ancak günümüzde bürokrasi, sadece kamu bürokrasisinden ibaret olarak görülmüyor. Zira bürokrasiyi tanımlarken kullanılan büyük ölçekli örgüt olma niteliği, artık sadece devlet örgütlerinin ayırt edici vasfı olmaktan çıktı. Nitekim Ankara’yı dolaşan biri her sendika binasının, İstanbul’u dolaşan biri de her şirket merkezinin bir bakanlık ayarında devasa bir örgüt haline geldiğini görebilir.
Bürokrasinin bir de pejoratif (küçük düşürücü, aşağılayıcı) anlamı bulunuyor. Bu aşağılama daha çok, bürokratik yapıların, zaman israfına yol açan kırtasiyeciliğine, bürokratik yapıda iş yapanların sorumluluktan kaçmalarına ve “Bugün git, yarın gel!” anlayışıyla sürekli işleri savsaklamalarına işaret ediyor.
Bir Sarmalın İçindeyiz
Eski başbakanlarımızdan Yıldırım Akbulut’a atfedilen ama gerçek mi, şehir efsanesi mi belli olmayan bir anekdot anlatılır. Başbakan Akbulut, yönetimi reforma tabi tutmaya yönelik bir çaba içinde olan bir gruba, “Bütün evrakları SEKA’ya gönderin ama hepsinin bir fotokopisini alın” talimatını veriyor. Bu ifade önemli iki noktaya, bürokrasinin kırtasiyecilik boyutuna ve vazgeçilmezliğine işaret ediyor.
Siyaset kurumu, niçin bürokrasisiz yapamıyor? Çünkü demokrasiyle yönetilen ülkelerde bürokrasi, sürekli siyasetçinin imdadına yetişiyor. Siyasetin doğası, “Kötü para, iyi parayı kovar” ilkesi gereği “kötü” siyasetçilerin başarılı olmasını beraberinde getiriyor. Dürüst, namuslu siyasetçi, siyaset dünyasında kendine yer bulamıyor. “Kötü” siyasetçi, adımlarını çoğu kere bürokrasinin yönlendirdiği doğrultuda atıyor. Ya da bir şey yapıyor ama bunu niye yaptığını bilmiyor; işte o zaman bürokrasi imdadına yetişiyor. Bir başka ifadeyle, “minare çalınıyor”, buna birisinin bir “kılıf” bulması gerekiyor. Bu da bürokrasiye düşüyor. Ama bu yardım, siyasetçiye daha sonra “yol, su, elektrik” olarak geri dönüyor. Bürokrasi, uzmanlığından veya açıkları kapatmaktan kaynaklanan avantajını sonuna kadar kullanıyor, yerini muhkemleştiriyor.
Demokrasilerdeki bir başka ilişki, bu süreci daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Şöyle ki: Demokratik yönetim, halkın iradesinin yönetmesini esas alıyor. Ancak halkın doğrudan yönetmesinin mümkün olmadığı varsayılıyor, yönetme işi halkın temsilcilerine havale ediliyor. Halkın temsilcileri, halk adına aldıkları kararları bürokrasi sayesinde hayata aktarabiliyor. Modern ulus-devletin kurgusunda bürokrasi, tamamıyla bir araç olarak tasarlanıyor. “Siyasetçi söylesin, bürokrasi yapsın” şeklinde bir ilişki öngörülüyor.
Sonuçta şöyle bir sarmal ortaya çıkıyor: Halkın, “Bedava eğitim, bedava sağlık, bedava ekmek istiyorum” diye devam eden taleplerine bir fren koymaması; siyasetçilerin, devletin toplumsal hayata daha fazla müdahale etmesini öngören şeyler yapmalarına yol açıyor. Devletin toplumsal hayata daha fazla müdahale etmesi de daha fazla bürokrasi anlamına geliyor. Daha fazla bürokrasi, daha fazla vergi anlamına geliyor. Çünkü bürokrasi, memurları eliyle iş görüyor. Devletten daha fazla hizmet beklemek, daha fazla memur, dolayısıyla daha fazla vergi anlamına geliyor. Halk, bir anlamda, kendi ayağına kurşun sıkmış oluyor.
Patron Kim?
Demokrasi teorisinde bir ülkeyi yönetme konusunda son sözü söyleme yetkisinin halkta olduğu kabul ediliyor. Ama halk bu yetkisini temsilcileri vasıtasıyla kullanmış oluyor. Halkın, yetki verdiği temsilcilerini denetlemesini mümkün kılan yollar da bulunuyor. Bunların başında belirli aralıklarla yapılan seçimler geliyor.
Oysa halkın bürokrasiyi doğrudan denetleyebileceği bir yol bulunmuyor. Gelişmiş demokrasilerde yargı, bürokrasiyi denetlemenin en önemli aracı olarak görülüyor. Ama bizde bu da mümkün olmuyor. Bir başka ifadeyle bizde bürokrasiye dokunulamıyor. Yakın zamanda yapılan değişiklikler, alt düzey memurluklar için bunu kısmen hafifletiyor ama üst düzey bürokratlar için durum hâlâ geçerliliğini koruyor. Üstelik “memurların dokunulmazlığı” hiçbir demokratik ülkede bulunmuyor; bu uygulamayı en son Belçika, üstelik 1830’lar gibi erken bir tarihte terk etti. Dokunulmazlık, bürokraside zamanla bir yanılmazlık duygusunun da yerleşik hale gelmesine sebep oluyor. Karşımıza, her biri “Küçük dağları ben yarattım” edasıyla duran memurlar ordusu çıkıyor. Bu güç, herkesin iştahını kabartıyor. “Devlete kapak atmak” diye bir tabir ortaya çıkıyor. Birileri bir kez devlet memuru olunca, yirmilik çiviyle çakılmış gibi orada çakılıp kalıyor, artık ona kimse dokunamıyor.
Bürokrasinin Geleceği
Modern devlet, hem kendi işlerini yazılı yapmayı öngörüyor hem de vatandaşları arasındaki münasebetlerin yazılı olmasını istiyor. Eskiden “söz”ün gördüğü işlevi, bugün büyük ölçüde “yazı” yerine getiriyor. “Ben şunu yaptım”, “Ben bunu gönderdim”, “Ben sınav sorularını daha iyi cevaplamıştım”, “Biz evliyiz”, “Bu araba benim” gibi iddialar, “Bütün bunların doğru olduğunu nereden bileceğim?” sorusuna, bir belgeyle cevap vermek durumunda kalıyor. “Söz”, artık bir işe yaramıyor. Bu belki de modern toplumun samimi, içten, sıcak ilişkilerin (birincil ilişkilerin) yerine soğuk, resmî, mesafeli ilişkileri (ikincil ilişkileri) ikame etmesinden kaynaklanıyor. Bir amir, hastayım diyen ve hakikaten bütün beden diliyle hasta olduğunu karşı tarafa anlatan birine, “Evet, hakikaten hastasın, git on gün izin kullan” diyemiyor. Dese bile bir anlam ifade etmiyor. Bunu dikkate alan bir personel, işe gelmese, işe gelmemekten kaynaklanan müeyyidelere katlanmak zorunda kalıyor. Oysa aynı personel, hasta olmadığı halde, ahbap-çavuş ilişkisini kullanarak (Türkçesi torpil yaptırarak) bir aylık rapor alıp amirinin karşısına dikiliyor. Amir, “Sen pek hasta gibi de gözükmüyorsun” diyor ama raporu koymak zorunda kalıyor. Bir belge olan rapor, bürokrasiye hayat veriyor. “Bu adam niye işe gelmedi?” diye soran amire, “Yok, çünkü bana bir rapor getirdi, hasta şu an” deme imkanı sağlıyor. “Söz” eskiden sahip olduğu itibarına tekrar kavuşmadıkça, “yazı”nın esas olduğu bürokrasi varlığını koruyacak gibi gözüküyor.
Bitirirken
Devletten daha fazla hizmet talep etmek, işgüzar siyasetçilere yeni iş kapısı açıyor. Siyasetçilerin toplumsal hayata müdahaleyi öngören politikaları, bürokratların sayısını ve bürokrasinin hacmini artırıyor. Bir de buna bürokratların denetlenemezliği, sorgulanamazlığı eklenince ortaya ceberut memurlar çıkıyor. Aldığı maaşın parasını ödedikleri vergilerle finanse eden vatandaşlara, “Bugün git, yarın gel” denilebiliyor. Kimse de bundan rahatsızlık duymuyor; bürokrasiyi, devletin işlev sahasını azaltmaya yönelik talepleri dillendirmek yerine, herkes bürokratlarla iyi geçinmenin yollarını arıyor. Bu da yolsuzluk, usulsüzlük, kayırmacılık gibi başka sorunlar şeklinde karşımıza çıkıyor.
Bütün bunların bir sorun olduğunu düşünenlerin, “söz”ün gücüne inanarak, “devletin işlev sahası”nı sorgulamaya devam etmeleri, devletten daha fazla şey istemenin, uzun vadede gönüllü kulluğa yol açtığını söylemeleri gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et