NASIL başlarsa öyle bitermiş… 2009 yılı, Türkiye’deki iç siyasi gelişmeler açısından, tam da bu sözün hakkını verir tarzda sonlandı. Ergenekon Davası bağlamında gerçekleştirilen operasyonlar ve meydana gelen gelişmeler, yılın son günlerinde de biçim ve muhteva değiştirerek aynı hızla devam etti (2010’un sonunda hangi noktada oluruz Allah bilir). Silah tarlaları, Kafes Operasyonu vs. derken, sözcük dağarcığımıza yeni bir kavram daha sokmanın mutluluğunu yaşıyoruz: Kozmik oda.
19 Aralık Cumartesi günü, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın evinin bulunduğu sokakta turlayan şüpheli bir otomobildeki iki kişinin yakalanmasıyla başlayan süreç, her geçen gün yeni bir hal alarak devam ediyor. Başlangıçta illegal bir örgütün Arınç’a yönelik bir suikast girişimi şüphesiyle başlatılan (en azından kamuoyuna bu şekilde yansıtılan) operasyon, araçtaki kişilerin Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli subaylar -biri albay, diğeri binbaşı- olmasıyla farklı bir yöne doğru evrildi. İlk gün serbest bırakılan iki subay, kimliklerinin açığa çıkması sonrasında 25 Aralık’ta, bu sefer 6 mesai arkadaşıyla birlikte tekrar gözaltına alındı. Subayların 5’i savcılık aşamasında, aralarında Arınç’ın evi önünde yakalanan iki subayın da bulunduğu ve “silahlı örgüt kurma, yönetme” suçlamasıyla mahkemeye sevk edilen diğer 3 subay ise mahkeme hâkimi tarafından, “yeterli delil bulunmadığı” gerekçesiyle serbest bırakıldı.
Yakalanan subayların “Arınç’ın evinin önünde ne aradıkları” sorusuna cevap olarak da, Arınç’a suikast girişiminden muhtemel bir darbe sonrası Arınç ve benzeri konumdaki kişileri “toplamak” için adres keşfi yapıldığına varıncaya kadar pek çok iddia gündemi meşgul etti, etmeye de devam ediyor. Genelkurmay Başkanlığı’nın 21 Aralık’ta yaptığı yazılı açıklamada ise söz konusu iki subayın, “…uzun süredir devam eden, kastedilen bölgeye yakın bir yerde oturan ve bilgi sızdırdığı iddia edilen bir askerî personel hakkında bilgi toplamak üzere görevlendirilmiş” oldukları belirtilmekteydi.
İki subayın ilk gün serbest bırakılmasıyla birlikte, söz konusu askerleri gözaltına alan iradeye yönelik tepkiler yükseldi. Ancak muhtemelen onlardan alınan bilgilerden hareketle, Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı’ndaki “kozmik oda”da başlatılan ve günlerdir sürmekte olan araştırmalar ve söz konusu şahısların “silahlı örgüt kurma, askerî darbe hazırlığı yapma” gibi suçlamalarla yeniden gözaltına alınıp mahkemeye sevk edilmeleri, meselenin hiç de basite alınacak bir mesele olmadığını gösterirken, Türk Gladyosu’ndan Ergenekon Örgütü’ne varıncaya dek birçok farklı yapılanmayı da yeniden gündeme getirdi. (Geçtiğimiz ay peş peşe meydana gelen subay intiharları da bu sürecin bir parçası mı acaba? Mevcut verilerle bunu bilebilmemiz mümkün değil. Ancak “devlet ve millet”için canlarını ortaya koyanların, tutuklanmak, mahkum olmak, hapishaneye atılmak gibi ihtimaller karşısında bir anda çözülüp intihar etme tercihleri hiç de akılla mantıkla açıklanabilir bir durum değil. Var bir gariplik!)
Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı’ndaki kozmik odanın sivil bir hâkim tarafından aranması Türkiye açısından önemli bir gelişme. Zira Seferberlik Tetkik Kurulu ve Özel Kuvvetler Komutanlığı gibi yapıların geçmişi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin ABD’nin liderliğindeki kampa katılmaya karar vermesine kadar gidiyor. Bunlar, Özel Harp Dairesi ya da Gladyo gibi birçok gizli (kozmik) yapıyla da ilişkililer. Söz konusu isimlerin her biri bir diğerinin yerine kullanılabilir. O denli iç içe geçmiş yapılardan söz ediyoruz. Bu organizasyonun temellerinin, 1940’ların sonu ve 1950’lerin hemen başında, ABD’ye eğitime gönderilen Daniş Karabel gibi subaylar eliyle, gayrinizamî harbi merkeze alarak atıldığı ise artık herkesin aşina olduğu sıradan malumatlar.
Dolayısıyla yarım yüzyılı aşkın bir geçmişe sahip ve sürekli farklı biçimler alarak varlığını devam ettirme “başarısı” gösterebilmiş bir yapının tam da merkezine girebilmek, söz konusu yapıya yönelik operasyonun geldiği noktayı görmek açısından son derece önemli. Kozmik oda, bu yapının sırlarının depolandığı yer. (Ahmet Maranki’ye göre, “kozmik bilim”, “kozmik bilinç” gözüyle gezegenleri güneşe cazibe kuvvetiyle bağlayanı ve onları yüzyıllardır belli bir plan, nizam ve intizam içinde döndüreni, “İdare Eden”i hatırlatmak, O’nu dikkate ve nazarlara veren bir “bilinç” ortaya koymaktır. O’da tektir, Vahit’tir. Her şey O’nun gücü sınırları içindedir.” Konuyla ne alakası var? Bilmem! Sıradan bir odanın neden “kozmik” olarak adlandırılarak mitleştirildiğini anlamamızı belki kolaylaştırır diye bu notu düştük.) Bu anlamıyla “kozmik oda”, bu karanlık yapılanmanın bütün işleyişinin, organizasyonunun, eylemlerinin vs. bilgisini araştırıcılarına sunacak mı? Sunacağı varsayılıyor. Fakat “kozmik oda”dan, gerek kamuoyu gerekse soruşturmacılar için yeni olarak nitelenebilecek bilgilerin çıkmaması ihtimalini de hiç yabana atmamak lazım. (Soruşturmacılar açısından, bu “kozmik oda” araştırması, belki birilerini yargılayacak ve mahkum ettirecek belgeler bulunmasını sağlayacaktır. O da belki.) Bu yönüyle muhtemelen “kozmik oda”, devekuşunun kuma soktuğu kafası niteliğinde. Ya devekuşunun gerisi?
O nedenle, “kozmik oda”dan fışkıracak ve hiç bilmediğimiz konularda bizi aydınlatacak yeni bilgilerden ziyade, bu odaya girilmiş olmasının bizzat kendisi başlı başına önemli bir olay. Söz konusu araştırma, Türkiye’deki güç merkezlerinin değişmekte olduğuna, ülkenin normalleşme yönündeki çabalarına ve bütün bu alanlarda hayli yol alınmakta olduğuna dair sembolik ve hatta simgeselliği de aşan bir öneme haiz.
Tekrar edecek olursak, bu girişim, bir dönemin sonuna gelindiğinin işareti. (İnşaallah, yalnızca, yılın sonuna gelindiğinin işareti değildir!) Gelecek olanın ne olduğunu bilmiyoruz elbette. Bunun üzerine düşünmek ve anlamak zorunda olduğumuzun da farkındayız. Çünkü Türkiye gibi bir ülkenin, hem iç hem de dış güç merkezleri tarafından bütünüyle başıboş bırakılamayacak denli önemli bir ülke olarak görüldüğünü biliyoruz.
Nitekim son birkaç yıldır her geçen gün dozajı artırılarak sürdürülen operasyonlar, çok dar bir çevrenin mızmızlanmalarından öte bir eleştiriyle de pek karşılaşmadı. (Zira meydana gelen her gelişme, -en meşhur simaları olarak CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Genelkurmay Başbakanı İlker Başbuğ gibi isimlerin öne çıktığı- mızmızlananlar grubunu sürekli yalancı ve komik duruma düşürdü.) Son dönemde sivil yargının emekli subaylardan muvazzaf subaylara doğru genişlettiği yargılama süreçleri, askerî bürokrasinin desteği olmaksızın gerçekleştirilebilir şeyler değil. Araştırma yapmak amacıyla “kozmik oda”ya girilebilmesi de bu desteğin bir işareti olsa gerek.
Bütün bunlar, elbette bu sürecin zahmetsizce sonuçlanacağı anlamına gelmiyor. Zira yarım yüzyılı aşkın bir geçmişe sahip ve küresel süper güç kaynaklı silahlı bir yapılanmanın tasfiye edilmesi çabasından söz ediyoruz. Bunların, her canlı organizmanın hayatta kalma refleksi göstermelerine bağlı olarak, varlıklarını sürdürme noktasında karşı-cevap verme isteğinde olması ve kimi zaman da bu isteğini gerçekleştirmeye yönelmesi muhtemel. Dolayısıyla, askerî darbe hazırlıkları ya da suikast girişimleri iddialarını bütünüyle ihmal etmek, “deli saçması olarak görmek” de mümkün değil. O nedenle, özellikle askerî bürokrasi içerisinde bu noktada ciddi bir mücadelenin verilmekte olduğu düşünülmeli; nitekim ortaya yayılan ürkütücü görüntülerden de bu anlaşılıyor.
DTP Kapatıldı, Açılıma Devam…
Ülkemizde bir taraftan gayrinizami harp merkezlerinin kalbine girilirken, pek çok alanda açılımlar yapılırken, öte yandan da siyasal partiler kapatılıyor. Anayasa Mahkemesi, 11 Aralık’ta “Demokratik Toplum Partisi’nin, eylemleri yanında terör örgütüyle olan bağlantıları da değerlendirildiğinde devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiği anlaşıldığından, Anayasa’nın 68. ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101. ve 103. maddeleri gereğince kapatılmasına oy birliğiyle karar verildiği”ni ilan etti.
Bu kararın açılım politikalarını etkileyeceği, hem Türk devleti ve mevcut hükümet hem de Kürtler açısından önemli olacağı açık. Ancak şu ana kadar verilen tepkiler, kararın, çok da büyük bir rahatsızlık uyandırmadığı izlenimi veriyor. Sanki her iki kesim de bu karardan memnun.
Bu karar belki de, Kürtlerin kendilerini temsil edecek daha sahici bir yapılanmaya gitmesine vesile olacaktır. Bu seçenek hayata geçirilebilirse, kimi yazarların dile getirdikleri şekliyle, DTP’nin kapatılması kararı “Kürtlerin 28 Şubat’ı” olarak tarihe geçecektir.
Fakat Türkiye siyasetinin asıl üzerinde durması gereken husus, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın yaptığı açıklamalarda mevcuttur. Başkan, AKP’nin kapatılması istemiyle açılan davayı karara bağladıktan sonraki açıklamalarında dile getirdiği hususu bir kez daha, bu vesileyle, dile getirdi: “Hukukun yükünü mahkemeler çeker. Siyasetin yükünü de siyasilerin çekmesi lazım. Kimse mahkemelerden siyasi bir görev şeklinde yardım beklememelidir.” diyerek, hükümetin ve siyasilerin bir an önce siyasal partiler kanununda düzenlemeler yapmaları gerektiğini işaret etti.
Türkiye’de siyasetin normalleşebilmesi ve Kürt meselesi gibi ülkenin temel meselelerinde kalıcı çözümlerin üretilebilmesi için tüm tarafların birlik içerisinde hareket ederek bir önce Anayasa’da ve mevcut kanunlarda gerekli düzenlemeleri yapmaları bir zorunluluk. Bu ve diğer alanlarda, yine hareketli, yoğun ve mücadeleli bir yıl bizleri bekliyor. 2010’un hayırların yaşandığı bir yıl olması dileğiyle…
Paylaş
Tavsiye Et