TÜRKİYE ekonomisinin bu yıl daha hızlı büyüyeceği herkesin malumu. Bunun ardında iki beklenti yatıyor. Birincisi 2009 kötü bir yıl oldu; küresel kriz yılıydı. Kriz dış kaynaklı da olsa %5’in üzerinde bir küçülme yaşandı ki bu ölçüde bir küçülme her ülke için ciddi bir sorun teşkil eder. Ancak hem yurtiçi hem de yurtdışı gelişmeler göz önüne alındığında, krizin büyük ölçüde geride kaldığı aşikâr. Dolayısıyla bu yılın daha iyi geçeceği beklentisi daha gerçekçi. İkinci beklenti ise Türkiye’nin görece, yani diğer bölge ülkeleriyle mukayeseli performansıyla ilgili.
Yabancı yatırımcıların gözünde Türkiye, genelde Avrupa’nın gelişen ekonomileriyle birlikte değerlendiriliyor. En çok karşılaştırılan ülkeler ise eski Doğu Bloğu ülkeleri. Bu kategoride bizim ölçeğimize biraz yaklaşan Polonya ve Macaristan var. Küresel ölçekte ise Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in oluşturduğu BRIC ülkeleri, gelişme potansiyeli en yüksek ülkeler olarak görülüyor. Bu kategorinin bir altında yer alan diğer bir potansiyeli yüksek ülkeler grubunda ise Türkiye’yle beraber Meksika, Endonezya ve Güney Afrika’yı saymak mümkün. Bu küresel ayrımlar bir tarafa bırakıldığında, Türkiye’nin bu yılki büyüme performansı diğerlerini geçecek gibi gözüküyor.
Bu farklılığın en önemli nedeni, başlangıçta aleyhte olan faktörlerin bu sene lehe dönecek olması. Örneğin Türkiye’nin 2008 performansı birçok Avrupa ülkesinden daha düşüktü. Polonya %5’lere, Bulgaristan %6’lara yaklaşırken, Türkiye’nin büyüme oranı %1’in altında kaldı. Yüksek reel faizlerin etkisiyle zaten yavaşlamış olan Türkiye ekonomisi, küresel krizle birlikte daha da küçüldü; bu yüzden 2009’u birçok ülkeden daha kötü kapattı. Geçen yıl Türkiye’nin bu denli küçülmesinin bir nedeni daha var: İhracat kompozisyonunun değişen yapısı. Bir süredir ihracatta otomotiv, makine ve teçhizat gibi sermaye ağırlıklı ürünlerin payı artıyor. Bu ürünler özellikle küresel iş çevrimlerinden çok etkileniyor. Geçtiğimiz yıl hızla daralan yurtdışı talebin ihracatımızı bu denli etkilemesi de bu yüzden. Zira insanlar gıda ve giyim gibi sektörlerden önce makine ve otomotiv gibi ürünlere olan taleplerini kısarlar.
2010’a ise daha farklı başladık. Öncelikle reel faizler çok daha düşük seviyelerde. Merkez Bankası %10’un üzerinde bir faiz indirimine gitti. Bu bir rekor. Faizlerin hızla düşmesi büyüme potansiyeli açısından önemli bir artı. Yurtiçi tüketim talebinin ve yatırımların önemli belirleyicilerinden birinin faiz oranları olduğu düşünüldüğünde iyimserliğin nedeni daha iyi anlaşılır. İhracata ilişkin iyimser olmanın iki gerekçesi var. İlki, dünya ekonomisinin toparlanma eğilimine girmesiyle başta aleyhte olan faktörün lehe dönecek olması. Zira toparlanmayla birlikte ürünlerimize olan talep de artacaktır. Ancak asıl neden, küresel toparlanmanın yavaş olması halinde bile ihracat pazarlarımızın çeşitliliğinin getirdiği avantaj. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin en önemli pazarı AB ülkeleri. Bizde ise AB ülkelerinin ihracatımızdaki payı (özellikle Almanya’nınki) son yıllarda önemini korumakla birlikte düşme eğiliminde. Buna karşılık Ortadoğu ve Afrika’ya olan ihracatımız artıyor. Dolayısıyla ihracatta pazarın çeşitlendirilmesi büyüme için iyi bir haber. Zira tüm yumurtaların aynı sepette bulunması tehlikelidir.
Türkiye’nin bir başka avantajı, finansal yapısının güçlü olması. Birçok ülkenin yeni aldığı dersi, Türkiye 2001’deki finansal krizde almıştı. 2001 krizi, bankacılık sisteminin ekonomi için ne kadar önemli olduğunu gösterdi bize. IMF’nin araştırmalarına göre bankacılık krizi yaşayan ülkelerin büyümesi, önceki dönemlere göre ortalama %10 daha düşük oluyor; üstelik bu düşüş 7 yıl kadar devam edebiliyor. Finansal sektörün sağlamlığı bir ekonomi için işte bu kadar önemli. Sonuçta tasarruflarını üretime dönüştüremeyen ve bu döngüyü etkin ve verimli bir şekilde sürdüremeyen sistemlerin büyümesi de zorlaşıyor. Türkiye’de bankacılık kesiminde hangi göstergeye bakarsanız bakın, diğer bölge ülkelerinden daha avantajlı olduğunu görürsünüz. %19’lara yakın sermaye yeterlilik oranından %25’lere yakın yüksek sermaye kârlılığına kadar birçok gösterge bunun ispatı. Daha yapısal avantajlar da var kuşkusuz. Örneğin Türkiye’de gerek bankacılık kesiminin gerekse hane halkının döviz cinsinden borçları diğer ülkelere göre çok daha az. Aslında toplam kredilerin bile milli gelire oranı Türkiye’de daha düşük. Bu açıdan bakıldığında, özel sektöre ve hane halkına finansman imkanları açmak suretiyle verilecek desteğin, yatırım ve tüketim aracılığıyla büyümeye katkı yapacağı aşikâr. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kullanılabilir fonların kamuya kaptırılmaması. Başka bir deyişle, kamu açıklarında kontrolü elden bırakmamak gerek. Mademki tasarrufları kıt olan bir ülkeyiz ve kısa vadede yurtdışı finansman imkanları eskisi gibi bol değil; o zaman bu kaynakları iyi kullanmak durumundayız.
Kısaca, düşük faiz oranları, ihracat pazarlarının çeşitliliği ve sağlam bir finansal sektörün varlığı Türkiye’yi diğerlerinden farklılaştıran ve ona daha hızlı bir büyüme imkanı sağlayacak unsurlar. Bu unsurlara küresel toparlanmanın daha çabuk olacağı ve böylece yurtdışı talebin tekrar canlanacağı, paralelinde uluslararası sermayenin tekrar gelişmekte olan ülkelere akmaya başlayacağı ve başta petrol olmak üzere enerji fiyatlarında ciddi artışların olmayacağı beklentilerini eklerseniz ortaya pembe bir tablo çıkar. Ancak bunun hayli iyimser bir tablo olduğunu unutmamak gerek.
Daha makul bir senaryoda ise şunlar var: Öncelikle Türkiye ekonomisinin itici gücünün ne olacağı büyük bir soru işareti. Henüz yurtdışı talep yeterince güçlü değil. Bu yüzden ihracatın büyümeye katkısı sınırlı olacaktır. Diğer yandan milli gelirin en önemli kalemi olan tüketim harcamalarının hızla arttığına ilişkin veriler de elimizde yok; sadece kredilerde küçük bir kıpırdanma yaşanıyor. Yatırım açısından da durum çok parlak değil. Sanayi üretim endeksi, kapasite kullanım oranları gibi öncü göstergeler yukarı yönlü bir eğilimi gösterseler de yolun inişli-çıkışlı olacağı beklentisi daha güçlü. 2009’da stoklarını eriten özel sektör doğal olarak bu sene stoklarını artıracaktır. Dolayısıyla büyümeye stok tarafından bir artı geleceği kesin. Kamu tarafında da büyük harcama ve tüketim beklemek doğru değil. Üstelik bu artışın geçmişten hareketle önemli riskleri barındırdığını unutmamak gerekir. Görünen o ki büyümeye en büyük katkıyı ekonomimizin normalleşmesi sağlayacak. Baz etkili bu normalleşme bize en az %2,5-3’ler düzeyinde bir büyüme sağlarken, buna yukarıda bahsi geçen olumlu faktörlerdeki kıpırdanmaları da eklediğimizde %4-5 aralığına ulaşmak mümkün. Bu açıdan bakıldığında can alıcı soru, Türkiye’nin diğer bölge ülkelerinden daha çok büyüyüp büyüyemeyeceği değil. Asıl soru Türkiye’nin kendi potansiyel büyümesinin ve kalitesinin neresinde olacağı. Ne ilginç ki, bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz.
Paylaş
Tavsiye Et