EKONOMİDE yaşanan büyük krizler genellikle mevcut fikirlerin ve yöntemlerin sorgulanmasına sebep olur. Devletlerin ve merkez bankalarının yaptığı hatalar ve izlenilen iktisadi politikaların yanlışlığı daha görünür hale gelir. Geçtiğimiz iki yılda dünyanın içine düştüğü ekonomik kriz de böyle bir tartışmaya yol açtı. Cevabı merak edilen soru şuydu: “Nerede hata yaptık?”
1930’larda yaşanan Büyük Buhran sırasında bu soruya cevap veren ve bu sayede ekonomide fikrî devrim yapan kişi John Maynard Keynes olmuştu. O zamana kadar etkili olan neoklasik bakış açısı devletin serbest piyasaya müdahalesini tasvip etmiyor, piyasanın arz ve talep sayesinde dengeleneceğini savunuyordu. Amerika’da 1929’da patlak veren Wall Street Krizi ve ardından 1930’ların ortasına kadar süren işsizlik ve ekonomik gerileme, bu doktrinin güvenirliğini ciddi anlamda sarstı.
Neoklasik anlayışa göre sorun arz tarafındaydı, yani işçilerin maaşlarının yüksek oluşundan kaynaklanıyordu. Keynes ise problemi ekonomide yeterli talep bulunmamasına atfetti. Keynes’e göre devlet, piyasada durgunluk olması durumunda maliye ve para politikası aracılığıyla toplam talebi artırmalı ve bu sayede ekonomiyi yeniden canlandırmalıydı. Eğer özel sektör harcama yapmıyorsa kamu talebi bu açığı kapatmalıydı. 1929 Buhranı’nın ardından başlangıçta işçilerin maaşlarının düşürülmesiyle işsizliğin son bulmasını bekleyen Amerika yönetimi, buhranın hız kesmemesi ve Franklin Roosevelt’in başa geçmesiyle birlikte politika değiştirdi. Roosevelt, meşhur New Deal programı kapsamında çeşitli kamu projeleriyle ekonomiye hayat vermeye çalıştı; daha sonra 1941’de Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’na girişiyle birlikte yıllık bütçe açığı GSYH’sinin %31’ine kadar çıktı. Savaşın sonunda işsizliğin %2’nin altına düşmesi, Keynes’in öngördüğü politikaların başarısına bir delil kabul edildi. Keynes’in fikirleri bir devrim yaratmıştı. 1950’lere gelindiğinde artık bütün devletler ekonomide Keynesyen fikirlerin etkisinde hareket ediyorlardı ve bu durum 1980’lere kadar devam etti.
Ama fikirler de kıyafetler gibi günün modasına uymak durumunda. 1950’lerde ve 1960’larda popüler olan Keynesyen politikalar, 1980’lerin ekonomik krizlerine çözüm getiremeyince tarihe gömüldü. Milton Friedman’ın başını çektiği monetarist (parasalcı) akım ile birlikte, devlet müdahalesine karşı çıkan neo-klasik yaklaşımdaki serbest piyasa fikrine geri dönüş yaşandı. Alan Greenspan’in liderliğindeki Amerikan Merkez Bankası FED’in finans sektöründe serbestleşmeyi savunmasıyla bankalar üzerindeki kont-roller azaltıldı; daha da önemlisi konvansiyonel bankacılığın dışında kaldığı için finans şirketleri aynı kurallara tabi tutulmadı ve onlar için sıkı kontroller söz konusu olmadı. Bunun yanı sıra uluslararası finans işlemlerinde serbestleşmenin artmasıyla Keynes’ten ve 1929 Buhranı’ndan doğan prensipler geride kalmış oldu.
Ama Keynes’in bir zamanlar dile getirdiği gibi, ekonomiyle oynarken, nasıl çalıştığını anlamadığımız, hassas bir makineyi kurcalıyoruz. Nitekim sonucun ne olacağı her zaman ilk etapta aşikâr olmuyor. Alan Green-span’in serbest piyasa yaklaşımı ilk 19 sene boyunca o kadar başarılıydı ki, Greenspan bir efsane haline geldi. 1990’larda meydana gelen ekonomik canlılık ve düşük işsizlik seviyesi kendisine atfedilip ekonomiyi her beladan kurtarabilecek bir kişi olarak değerlendirilmeye başlandı. Genel anlamda ekonomik kriz korkusu, hem politikacıların hem de iktisatçıların gündeminden çıktı ve “Kısa vadeli konjonktür dalgalarını önlemeyi öğrendik, uzun vadede ekonomik gelişme konusuna yoğunlaşmalıyız” fikri yaygınlaştı. 2008’in finansal krizi de işte bu fikirlerin egemen olduğu bir dünyada ortaya çıktı.
Kötü müteahhit örneğinde olduğu gibi, Greenspan’in politikalarının çürüklüğü ancak deprem zamanı belli oldu. Greenspan 2006’da kahraman olarak işinden istifa etmiş olsa da bir sonraki krizde bütün sistem çöktü. Gayrimenkul borsası çökünce Merkez Bankası, 2000’lerin başındaki borsa krizine karşı izlediği politikayı tekrarlayarak faiz oranlarını düşürmeye ve para politikasıyla ekonomiyi rahatlatmaya çalıştı. Bütün bilinen taktikler uygulandı. Fakat Merkez Bankası’nın ekonomiye sermaye ilave etme teşebbüsü önceki başarıyı yakalayamadı. Amerikan Merkez Bankası krize müdahale ederek çöküşü önlemekte çok geç kalmış oldu.
Devletlerin ve merkez bankalarının son iki yılda dünyanın içine düştüğü ekonomik krizi durdurmadaki güçsüzlüğü, 1929 Büyük Buhranı’yla birlikte Keynesyen politikaların da hatıralarda canlanmasına sebep oldu. İktisatçılar arasında Keynesyen akımın yeniden canlandığını görüyoruz. Örneğin 2008’de Nobel İktisat Ödülü’nü alan Paul Krugman da bu akımın içinde yer alıyor. Krugman’a göre iktisatçıların krizler konusunda sergiledikleri güven, baştan yanlış ve yersiz olup, çeşitli gerçeklerin göz ardı edilmesine dayanıyor. Mesela 1980’lerin sonuna doğru kendini gösteren finansal serbestleşmeyle bağlantılı olarak 1990’larda Asya ve Latin Amerika ülkelerinde yaşanan ekonomik krizler, 2008’deki krizin de işaret fişeği oldular.
Peki çözüm ne? İçinde bulunduğumuz krizin dip noktasını atlatmış gözüküyoruz. Ama tarihten ibret almadığımız sürece krizler tekerrür etmeye devam edecek. 1929 Buhranı’ndan sonra Amerika’da Glass-Steagall kanunuyla mevduat bankalarının yatırım bankacılığı yapması yasaklanmış ve dolayısıyla devletin sigortaladığı paranın riskli yatırımlar için kullanılması engellenmiş; bu sayede 1930’larda yaşanan banka iflaslarının tekrarının önlenmesi hedeflenmişti. Ama 1999’da bu kanun kaldırıldığı gibi, ortaya çıkan yeni bankacılık kurumları için kurallar konulmadı ve sonuç olarak aynı kredi sıkışıklığı yeniden baş gösterdi. Hedef, gelecekte bu hatanın tekrarlanmaması ve gerek yurtiçi finans kurumlarının gerekse uluslararası finans akımının daha sıkı denetlenmesi, devletin müdahale rolünü yeniden üstlenmesidir.
Paylaş
Tavsiye Et