GEÇTİĞİMİZ günlerde MHP’nin siyaset okulunda konuşan tarihçi İlber Ortaylı’nın “Biz asker milletiz. Asker düşmanlığı pompalanıyor. Açılım lafları boştur. Sivil siyaset olmazsa darbe normaldir.” ifadelerini kullanması basında “şok açıklamalar” başlıklarıyla karşılık buldu. Konuşmasında “asker millet” olmanın Türklerin en önemli vasfı olduğunu belirten Ortaylı, “Askerî vasıflarını kaybetmiş Avrupa, bizde bulunan bu vasfın da yok olmasını istiyor” diyerek askere yönelik “kampanya”nın dışarıdan yürütülen bir proje olduğuna da işaret ediyordu. Yine resim, heykel ve musikisi olmayan, filozof dahi yetiştiremeyen, fakat elinde “ölmeyen sanat”ı yani askerliği olan bir toplumun, Batı’dan gelen bir “kışkırtma” ile karşı karşıya olduğuna dikkat çekiyordu.
Bu ve benzeri ifadeleri ilk kullanan elbette İlber Ortaylı değil. Türkiye’de ordu-siyaset ilişkileri üzerinde araştırma yapan birçok yazar, ordunun “tarihsel rolü”nden, “Türklerin en az iki bin yıllık savaşçı bir toplum olma özelliği”nden ve “Türk milletini topyekun ordu saymak gerektiği”nden bahsedegeldi. Batılı birçok yazar da benzer bir analize giderek orduyu Türk milletinin ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirdi. Örneğin Türkiye üzerine çalışmaları ile bilinen Gareth Jenkins, “Ordunun Türk tarihinde daima merkezî bir rol oynadığı”nı ileri sürdü ve bu argümanını Türklerin Orta Asya’da tarih sahnesine “bir ulus değil, bir ordu” olarak çıkması ve Osmanlı’nın da zaten “başka her şeyden önce bir ordu” olduğu tespitleri üzerinde temellendirdi.
Dikkat çekici bir başka isim, tarihçi Halil İnalcık da ordu millet “mit”ini tarihsel düzlemde temellendiren kişilerin başında geldi. 1964’te kaleme aldığı bir makalesinde, Türk milletinin “millet-ordu ya da ordu-toplum vasfını tarihin başlangıcından bugüne kadar muhafaza ettiği” argümanını ileri sürerek, Cumhuriyet döneminde oluşturulan resmî devlet söyleminin akademik bir uzantısı oldu. Yine İnalcık benzer bir temellendirme bağlamında Osmanlı’nın gaza ideolojisi üzerine kurulduğu tezini ileri sürdü. Buna göre, “kutsal savaş ideolojisi” düşman bölgelerine kazanç amaçlı saldıran gazi gruplarını “bir lider etrafında bir araya getirmeye hizmet” etti ve böylelikle Osmanlı Devleti özünde savaş/asker merkezli bir devlet olup çıktı.
Ayşegül Altınay’ın “metodolojik militarizm” olarak adlandırdığı bu görme biçimi nedeniyle özellikle 1980’lerin sonuna kadar ordunun sivil alandaki nüfuzuna yönelik ciddi bir “eleştirel analiz” ve “militarizm ve militaristleşme tartışması” eksikliği söz konusuydu. Fakat 1980 sonrası dönemde militarizm etkin bir söylem biçimi olarak varlığını devam ettirmesine rağmen, artık militarist argümanlar ciddi bir şekilde altüst edilmeye başlandı. 1980’lerin ikinci yarısı akademik alanda askerin sivil ve politik alandaki etkinliğini eleştiren ve bunu sorunsallaştıran çalışmalara tanıklık etti; metodolojik militarizm hızla geride kalarak, militarizm ve militarizasyon süreçleri çok farklı boyutlarda görünür kılındı.
Bütün bu yeni çalışmaların en önemli özelliği, akademik militarizm sürecini sekteye uğratmak oldu ve militarist argümanlar giderek güçlü bir eleştiriye tabi tutuldu. Söz konusu çalışmalarla birlikte okunduğunda, artık asker millet mitinin askerin mevcut ayrıcalıklı statüsünü meşrulaştırmaya hizmet ettiği sonucu kolaylıkla çıkarılabilir. Daha da önemlisi, bu çalışmalardan hareketle İlber Ortaylı, Halil İnalcık ve daha birçok tarihçinin yaptığının bir mit inşa etmek olduğu söylenebilir. Yani “asker millet” argümanı, tarihin semptomlarını seçmeci bir okumaya tabi kılarak bunların hakikate dönüştürülmesi sürecinden başka bir şey değil. Son yılların en popüler düşünürlerinden biri olan Slavoj Zizek, böylesi bir tarihsel okumanın tarihteki semptomları kullanarak nasıl bir hakikat ürettiğini Fransız psikanalist Jacques Lacan’dan hareketle açıklamaya çalıştı.
Buna göre semptom, başlangıçta sadece bir iz olarak görülmesine rağmen, analizin devreye girmesiyle bir şey halini alır. O halde semptomlar kendi başlarına anlamsız izler iken, anlamlarının geçmişin gizli derinliğinden çıkarılması gibi bir şey söz konusu değilken, geri dönüşlü biçimde inşa edilirler. Hakikati, “yani semptomlara simgesel yerlerini ve anlamlarını veren anlamlandırıcı çerçeve”yi üreten analizin kendisidir. Bu yüzden “Her tarihsel kopuş, yeni bir ana gösterenin ortaya çıkışı, bütün geleneklerin anlamını geri dönüşlü biçimde değiştirir, geçmişin anlatımını yeniden yapılandırır, yeni, bir başka biçimde okunabilir hale getirir”. Tam da bu analiz sayesinde Türklerin asker millet olduğu savı bizatihi gerçekliğin ta kendisi olup çıkar.
Yeni akademik çalışmalar, militarizme yönelik bu övgü ve köken arayışının 1930 sonrası gelişen politik kültürde şekillendiğini ortaya koydu. Yine bu çalışmalara göre, “Türklerin ölmeyen sanatı” ya da “asker millet geleneği” şeklindeki ifadeler, aslında kendisini bürokratik/askerî yapılanmalar üzerine kuran siyasal iktidara, ihtiyaç duyduğu argümanları sağlayan birer anahtar oldu. Asker millet mitinin arkasındaki politik ilişkilerin bu şekilde ifşa edilmesi, diğer bir ifadeyle söz konusu mitin mevcut iktidar ilişkilerini meşrulaştıran bir işlevi olduğunun ortaya konulması, artık bu miti tarihsel bir gerçeklik olarak sunmayı problemli hale getirdi.
Bir taraftan bu yeni eleştirel akademik görme biçiminin geliştiği, diğer taraftan politik kültürün değişmeye yüz tuttuğu bir dönemde “asker millet” gibi bir argümanı savunmak artık o kadar kolay değil. Son yıllarda söylemsel alanı belirleyen, neyin normal neyin anormal olduğuna karar veren dinamiklerde ciddi bir değişim yaşanması nedeniyle artık böylesi bir ifadenin dolaşıma girmesi ciddi bir dirençle karşılaşabiliyor. Tam da bu nedenle İlber Ortaylı’nın söz konusu ifadeleri, daha önce birçok kişi tarafından dile getirilmiş ifadeler olsalar da “şok açıklamalar” şeklinde değerlendirilebiliyor.
Paylaş
Tavsiye Et