İSRAİL Başbakanı Benyamin Netanyahu 23 Mart’ta Washington’da “Yahudi halkı Kudüs’ü üç bin yıldır inşa ediyordu. Kudüs bir yerleşim yeri değil, bizim başkentimizdir.” derken aslında binlerce İsraillinin düşünüp de söylemediğini dile getiriyordu. Sadece İsrail sağı için değil, Siyonizm’i düstur edinmiş olanlar için de hedef bu. Yıllar önce Kudüs’ü ebedi başkenti ilan eden İsrail, şimdi bunu pratikte de hayata geçirmeye çalışıyor. Düğmeye 2005’te Ariel Şaron’un Gazze’den çekilme planı ile basıldı. O dönem Şaron “barış adamı” ilan edilmişti; ancak Gazze’den çekiliş hiç de naif bir barış adımı değildi.
Tek devlet formülü, Filistinli nüfusun Yahudi nüfusu aşarak egemen olacağı korkusuyla devre dışı bırakılmış ve iki devlet fikrine dönülmüştü. Gazze’den çekilen İsrail’in Batı Şeria’da işgali derinleştireceği ve yerleşimleri daha da genişleteceği tahmin ediliyordu. Öyle de oldu. İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşimci sayısı 500 bine ulaştı. Son dönemde de Kudüs kuşatması başlatıldı. Son kertede hedef, olabildiğince fazla Filistin toprağına sahip olmak ve günü geldiğinde Filistinlileri en az toprağa ve İsrail’in istediği şekilde bir barışa mahkum etmek. İkinci İntifada sırasında görüştüğümüz Filistinli müzakereci Nebil Şaat “Filistin tarihi için onlarca kitap okumak gerekmez, sadece haritaya bakmak yeter” demişti. Doğru. Batı Şeria’yı bir virüs misali saran ve Filistin topraklarını kemiren yerleşimler, Filistin haritasını her geçen gün küçültüyor.
Oslo’dan Oyalamaya
1993 Oslo Anlaşması ile tarihî Filistin topraklarının %22’sine sahip olması gereken Filistinliler, bugün %12-13’lerin pazarlığını yapıyorlar. Toprak oranı giderek azalırken bir süre sonra hangi noktada pazarlık yapılacağı bilinmiyor. Batı Şeria’yı ikiye bölen 600 kilometrelik duvarın yarattığı getto hayatı bile unutulmuş görünüyor.
Oysa uluslararası topluma sunulan iki devletli projenin temelini 1967 öncesi sınırlar oluşturuyor. Gerçi bu sınırlar, hem duvarla hem de Batı Şeria ve Kudüs’teki yerleşimlerle onlarca kez ihlal edildi. Yine aynı projede, Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olması, mültecilerin makul oranda geri dönmesi yer alıyor ki, 2002’de Beyrut’ta imzalanan Arap Barış İnisiyatifi’nde de “bu koşulların kabulü halinde tüm Arap dünyasının İsrail’i tanıyacağı” vaat ediliyordu. 2002 İnisiyatifi ideal olmasa bile gerçekçi ve barışa dayalı bir plandı. 242 sayılı BM kararı gereğince de 1967 sınırları hayati önemde. Ama bu planı kabul etmeyen İsrail’in “barışa inandığı” savı ya da medyanın klişesi olan “barış süreci”, vakit geçirme ve oyalama taktiğinden başka bir şey değil.
Üstelik sekiz yıl önceki planı bugünle karşılaştırdığımızda durum çok daha geride ve umutsuz. Çünkü o yıllarda Kudüs, sınırlar, mülteciler, yerleşimler gibi çözümü zor konular ele alınırken, şimdi yerleşimlerin artması ile en başa dönüldü; fasit bir daire çizilmeye başlandı. Üstelik bir dönem doğrudan yapılan görüşmeler artık dolaylı olarak bile başlayamıyor. Son olarak geçtiğimiz ay Filistin Yönetimi yerleşimlerin durdurulmaması halinde görüşmelere başlamayacağını açıklarken, İsrail hükümeti yeni yerleşimlerin inşasına devam ediyor. İsrail’in Kudüs’e 1.600 yeni konut inşası kararı, aslında ne bir ilkti ne de bir son olacağa benziyor.
İşgalin Uç Karakolları
Yahudi yerleşim birimleri İsrail işgalinin uç karakolları, uç beylikleridir. Bu iş için en verimli araziler, en sulak topraklar, en stratejik bölgeler seçilir. Önce birkaç konteynırla başlar iş; genelde göçmen ve Ortodoks Yahudiler yerleştirilir; vergi muafiyeti sağlanır, elektrik ve su ücretsiz verilir. Ardından prefabrik evler kurulur; güvenlik gerekçe gösterilerek küçük bir askerî birim yerleştirilir. Bir süre sonra prefabrik evler apartmanlara ya da lüks sitelere dönüştürülür; etrafı duvarlarla çevrilir; civardaki Filistinliler kovulur. Askerî birlik, dev bir karakola dönüşür; yeni yollar açılır ve işgal tamamlanır. Yıllardır hep böyle oldu.
Gelecekte ise şu olacak: İsrail, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te işgali sonlandırdığında Filistinlileri kendi dayattığı “barış”a davet edecek. Uluslararası toplum da Filistinlileri yine “sahte bir barış adına” masaya oturtmaya çalışacak.
ABD’nin Somut Planı Yok
ABD’nin barış görüşmelerini yeniden başlatmak için çaba sarf ettiği bir dönemde İsrail’in yeni konut inşası kararı, iki ülke ilişkilerinde ciddi bir krize yol açtı. Obama yönetimi, İsrail’in tavrına nasıl karşılık vereceğini bilmiyor gibi görünse de kimilerine göre aslında danışıklı dövüşüyor. İsrail ise tabiri caizse “ABD’yi umursamıyor”. ABD, İsrail’in bu tavrının bölgede kendi geleceğini ve çıkarlarını tehlikeye attığının farkında mı bilinmez. Ancak özellikle İran konusunda Arap dünyasının desteğine ihtiyacı olduğunu ve Ortadoğu’daki Amerikan karşıtlığının İsrail’in bu tür tavırlarıyla arttığını biliyor. Geçen yıl Kahire’de yaptığı konuşmayla umut vaat eden ABD Başkanı Obama, bölgede hayal kırıklığı yaratmış durumda. Son dönemde iç politikada sıkışmış olması da bölgeyle ilgilenmesini engelliyor. Ama en önemlisi, Obama yönetiminin Filistin-İsrail sorununun çözümüne yönelik somut bir planı yok. Zaten bu konu yönetimin öncelikleri arasında da değil. Oysa dünyadaki çalkantıların, düşmanlıkların ve vicdani hesaplaşmaların bu sorun halledilmeden son bulmayacağını biliyor. Amerikan yönetiminin şaşkınlığı ise zevahiri kurtarmaya yönelik. Nitekim Dışişleri Bakanı Hillary Clinton son kırk yılın en önemli krizi olarak nitelendirilen durum için çark edip “İsrail ile aralarında derin bağlar olduğu”nu açıkladı.
Filistin İntifadaya Hazır mı?
İsrail’in ABD’ye kafa tutmasının bir diğer nedeni ise Filistin’deki bölünmüşlük. İsrail’in yerleşimleri genişletmesine karşı çıkacak, sesini yükseltecek bir Filistin yönetimi yok. Hamas sesini yükseltiyor, ama onlar da Gazze’de etkili. Batı Şeria’daki yönetimin başbakanı Selam Feyyad intifadadan söz ediyor; ama ayaklanmayı kim örgütleyecek belli değil. Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas da el-Fetih Hareketi de bunu kısa sürede örgütleyebilecek ve yürütebilecek güçte değil. Artık ne bir Arafat, ne de bir Mervan Barguti var. Dolayısıyla Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın Batı (Ağlama) Duvarı’nın yakınında yeniden inşa edilen bir sinagogun açılması üzerine çıkan olaylar, İkinci İntifada’nın başlangıcını çağrıştırsa da, bunun yeni bir ayaklanmaya dönüşmesi için henüz erken. Yapılması gereken, silahlı mücadele yerine ciddi bir pasif direniş, boykot ve ses getirecek eylemleri içeren toplu, sivil bir intifada.
Artık bu noktada iki devlet projesi bir çözüm olamayacak gibi görünüyor. Filistin’in tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmesi ise mantıklı değil; çünkü herhangi bir hedefe varma ihtimali yok. Bu yüzden ne kadar zor olsa da Filistinliler açısından yeniden tek devlet çözümüne dönmek bir seçenek. Yani Oslo dönemi artık sona erdi, bu haliyle iki devletli çözüm hiçbir sorunu halletmeyecektir. Rahmetli Edward Said haklı çıktı, biz yanıldık. Ufukta bir umut ışığı görünmese de Filistin halkı ve kadrolarının bu durumu aşacak tecrübeye sahip olduğunu unutmamak gerekir.
Paylaş
Tavsiye Et