TÜRKİYE ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin geleceği; herhangi bir adaya uygulanan teknik kriterlerin yerine getirilip getirilmemesi düzeyinde ele alınamaz. İki taraf her ne kadar aktif bir değişim sürecini yaşıyorsalar da ilişkileri bugüne kadar belirleyen “değişmez”leri yok saymak mümkün değildir. Türkiye’yi AB karşısında herhangi bir aday ülke olmaktan çıkaran da bu ortak değişmezlerdir.
Bu noktada, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabul edilip edilmeyeceğini tartışmaktan önce taraflar arası ilişkileri belirleyen dinamikleri doğru okumak gerekiyor. Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkileri “uluslararası ve iç dinamikler” (stratejik boyut) ile “kültürel dinamikler” belirleyecektir.
Türkiye, Avrupa Birliği’ne giriş müzakerelerini bir an evvel başlatmak için uyum yasalarını çıkarırken, bu sürece gelinmesinde bu üç faktörün zaman zaman nasıl belirleyici olduğunu yakından gördük.
Önce şöyle stratejik bir soru sormamız gerekiyor: Türkiye Avrupa Birliği’nin dışında kalabilir mi? Bu soru, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmeye direnme gücü var mı diye de tercüme edilebilir.
Tarihi ilişkileri de unutmadan şu hususun altını çizmemiz gerekiyor; Türkiye’de AB’ye girmek gibi stratejik kararların alınmasında iç dinamiklerden çok uluslararası faktörler etkili oldu. Demokrat Parti iktidarının, değil halkın ve meclisin, bakanlar kurulunun bile haberi olmadan o zamanki adıyla AET’ye müracaat ettiği artık sır değil.
Soğuk Savaş sonrası bölgesel bir güç olmaktan çıkıp küresel stratejiler geliştirmeye niyetlenen AB’nin, hinterlandında etkin politikalar geliştiren bir güç olarak Türkiye’yi yalnız bırakmayacağı açık. Öte yandan Avrupa’yı kuşatmak isteyen Amerika, stratejik konumu ve bölgesel stratejileri nedeniyle Türkiye’yi AB’ye ‘zorlamaktadır’. Bu noktada Batı-Türkiye ilişkileri, İslam dünyası–Türkiye ilişkileri ve de ABD-AB ilişkileri dış faktörler olarak Türkiye’nin Avrupa macerasını belirleyen unsurlar şeklinde karşımıza çıkıyor. Küresel rekabet halindeki güçlerin Türkiye içindeki uzantılarının da dinamikleri bu yönde etkilediğini söylemeye gerek yok. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinin mahiyetini iç dinamiklerin kimyasının bozulup bozulmamış olması belirleyecektir.
Bu noktada sorulması gereken soru şu: Türkiye’de halkın önünde engel görülen, toplumun ekonomik ve siyasal olarak gelişimini kısıtlayan, halkına yabancılaşmış bir tür vesayet sistemine dönüşen statükonun halkın taleplerine cevap verecek şekilde değişmesi mümkün mü? Yani, Türkiye’de yapısal değişimi gerçekleştirecek siyasal bir kültür ve dinamizm var mı? Bu değişim AB gibi dış dinamiklerden destek almadan gerçekleştirilebilir mi? Statükodan rahatsız sessiz çoğunluk adına Türkiye’nin AB’liğine girme gerekçesi olarak sorulan bu soru, aslında neden girmemesi gerektiğinin gerekçelerini de içeriyor.
Kimlik Politikaları ve Türkiye
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ndeki yeri ile ilgili sorun Türkiye’nin AB’ye girip girmemesi değil, ilişkinin mahiyetidir. Nedense söz konusu mahiyeti belirleyecek olan, “kültürel faktörler ve kimlik politikaları” seçkinlerimiz nezdinde hiç sorgulanmadı. Halbuki tam da uyum yasalarının hazırlandığı dönemde konuşulması ve tartışılması gereken asıl konu budur.
Avrupa Birliği’nin kendi kimliğini ve bu kimlik içinde Türkiye’yi nasıl tanımladığı; Türkiye’nin kendini ve AB’yi nasıl gördüğü, hangi referans çerçevesinde anlamlandırdığı gibi sorular; ortaklık belgelerinde, stratejik ilişkilerde nihayet iki tarafın son sözü söyleme aşamasında belirleyici olacaktır. Çünkü AB’nin Türkiye ile ilişkisinin, Çek Cumhuriyeti ya da Polonya ile ilişkisine indirgenemeyecek kadar temel sorunsalları bulunmaktadır. Kuşkusuz dinamik bir değişim sürecinden geçen bu iki aktörün kim olduklarına ve kendilerini ve muhataplarını nasıl tanımladıklarına ilişkin soruları ortak tarih ve kültürel referanslara başvurmadan çözmemiz mümkün değil.
Avrupa’nın kendini nasıl tanımladığına ilişkin olarak özellikle altı çizilen husus ‘ortak kimlik’ vurgusudur. Avrupa Topluluğu Komisyonu’nun 1983 ve 1987 yıllarında aldığı kararlar resmi düzeyde kendini nasıl tanımladığı konusuna ışık tutuyor. O dönemde, büyük ölçüde Katolik bürokratların şekillendirdiği ve bugün Avrupa Birliği’ne dönüşen projede Avrupa kültürünü belirleyenin, onun çoğulculuğu ve çeşitliliği olduğuna vurgu yapılır. Bu çeşitlilik vurgusu; ırksal çeşitlilik, inanç çeşitliliği, sanat tarzı, dil, mimari ve beğenilerde ortaya çıkan çeşitlilik gibi neredeyse hayatın bütün alanlarına uzanır. Ancak aynı belgelerde; “bu çeşitliliğin altında ortak bir Avrupa kimliği yatmaktadır” da deniliyor.
Avrupa Birliği belgelerinde sık sık vurgu yapılan “tarih, bölgesel, ve ulusal kültür farklılıklarından ortaya çıkan Avrupa kültürünün birliği” vurgusu çelişik gibi görünse de Türkiye’nin AB içindeki yerini belirleyecek bir ifadedir. Türkiye’nin Başbakanının “Avrupa Birliği’ne bir medeniyet projesi olduğu için giriyoruz” ifadesi, bizi, ister istemez bu medeniyetin kökleri ile Türkiye’nin kökleri arasında karşılaştırma yapmaya yönlendiriyor.
Pek çok Avrupa tarifi yapılabilir; ancak medeniyet haritasında Kopenhag’a giden yolun kilometre taşları, bugünkü Avrupalılık bilincini şekillendirir.
Atina, Roma, Kudüs
Avrupa’yı bir coğrafi bölgenin ismi değil de bir fikir, bir medeniyet olarak ele aldığımızda şu üç şehre uğramamız gerekiyor: Atina, Roma, Kudüs… Yani “Yunan düşüncesi, Roma Hukuku ve Hıristiyanlık”.
Avrupa Birliği metinlerinde dile getirilen “farklılıklar içinde ortak Avrupa bilinci, Avrupa kimliği” bu üç şehirde temsil edilir. Avrupa Birliği, Kopenhag’a gelmeden evvel bu şehirlerden geçti.
Türkiye açısından sorun şurada yatıyor: Atina, Roma ve Kudüs’e uğramadan doğurdan Kopenhag’a atlamak mümkün müdür? Başbakanın bir medeniyet projesi dediği AB trenine kestirmeden binmenin formülü var mıdır? Veya binmeli midir bu trene?
Tüm bunlar tartışılmadı. Tartışılmak istenmedi. Adeta birileri Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne itiyor. Türkiye’nin AB’ye doğru itildikçe oraya ne mesafede olduğunu, hangi düzeyde kabul göreceğini baştan kendisinin bilmemesi temel sorundur.
Eğer Avrupa Birliği dayanağını Atina, Roma ve Kudüs’ten alan bir medeniyet projesi ise ve bunun son kriterleri Kopenhag’da belirlenmişse, hazırlanan uyum paketleri, değerlerini Atina’nın, Roma’nın, Kudüs’ün şekillendirmediği bu topluma neden benimsetilmek isteniyor?
Şüphesiz Avrupalılık düşüncesi gibi Avrupa Birliği de kendini devamlı yenileyen bir süreçtir. Bu dinamik sürecin temel dayanakları, ideolojik farklılıklar ne olursa olsun bu üç şehirde erimektedir. Aydınlanmayı, moderniteyi yaşamış Avrupa artık postmodern zamanlara evrilse de temelde referans noktasını bu üç şehirden almaktadır.
Uyum paketlerinin, daha genel ifadeyle Kopenhag kriterlerinin iç politikadaki karşılığı ve sosyal, kültürel kodlarımız açısından ne anlama geldiği şu ana kadar en azından entelektüel bir tartışmayla dahi sorgulanmamıştır ve bu dehşet verici bir olaydır. Statükolarını kaybedeceğini düşünen seçkinci zümrenin bile AB’nin Türkiye’nin nihai hedefi olduğunu söylemek zorunda kalması, işin stratejik çıkarlardan çok ideolojik bir retoriğe dönüştüğünü gösteriyor. Gelenekçi elitist statüko sahiplerinden liberal kürselleşme yanlılarına kadar her kesimin kendini AB taraftarı olmak zorunda hissetmesi AB ilişkilerinin siyasal, ekonomik ve toplumsal dinamiklerden yola çıkarak belirlenmediğinin bir işaretidir. Kültürel faktörlerin, iç ve dış dinamiklerin kesiştiği nokta da burasıdır.
İşin en tuhaf yanı da , dünya görüşü ve değerler sistemi tümüyle zıt kesimlerin AB’liğinin ideolojik düzenlemelerini dört gözle bekler duruma gelmiş olmalarıdır.
Kültürel Kodlar ve Kopenhag
Bu alanda şu soru ortaya çıkıyor: Türkiye’nin ait olduğu medeniyet değerleri ve kültürel kodlarıyla Kopenhag kriterleri ne kadar uyuşmaktadır?
Modernite, demokrasi gibi felsefi tartışmalara girmeden somut örnek üzerinden gitmekte fayda var. Türkiye’de yaşanan ve büyük ölçüde konjonktürel sıkıntılardan kaynaklanan problemler sebebiyle, Avrupa ve onun değerlerine kendini uzakta gören büyük kesimin birden bire AB yanlısı haline gelmesi/getirilmesi normal bir şey midir? Toplumlar birden bire temel tercihlerinden vazgeçip referanslarını değiştirebilirler mi? En azından sosyal bilimler açısından bunun mümkün olmadığı söylenebilir. Medya ve devlet propagandasıyla bir AB miti/efsunu oluşturulmuş ve gerçekle ilişkisinin ne olduğu sorgulanmadan toplum bu mitin çekim alanına teslim edilmiş görünüyor.
Ancak medeniyet kurucu bir toplumun mensupları olarak, AB müktesebatına uygun haline getirilmeye çalışılan siyasi yapı ve dönüştürülmek istenen toplumsal doku, bu toplumun beslendiği değerler karşısında ne anlam ifade ediyor?
Avrupa Birliği’nin “azınlık, bireysel hak ve özgürlükler tanımı” üzerinden tartışmaya açılması bile Türkiye’nin nereye evrilmek istendiğinin açık göstergesidir. Başörtüsü ile okuma hakkının bile marjinal bireysel özgürlükler düzeyine indirgendiği bir toplum modeli ile karşı karşıyayız. “Başörtüsü özgürlüğü ile eşcinsel özgürlük”lerin aynı kategoriye sıkıştırıldığı bir özgürlük tanımı ve buna uygun düzenlenmiş bir toplumsal yapı öneriliyor. Hatta başörtüsü, uygulamada siyasal vurgusu olduğu düşüncesiyle tehlikeli ve kısıtlandırılabilir bir marjinalliğe itilirken, seks devrimini gerçekleştirmiş bir Avrupa toplumu açısından eşcinsellik bireysel özgürlüğün dokunulmazlığı içinde kalıyor.
Azınlık kavramını etnik düzeyde ele alan Avrupa Birliği ile tarihi referanslara bağlı olarak azınlık tanımına daha çok dini muhteva yükleyen Türk halkının algısı arasında kapanmayacak büyüklükte bir değerler açığı olduğu not edilmelidir. Benzer biçimde Avrupa Birliği’ne ait pek çok kavram medeniyet kurucu bir toplumun referanslarıyla açık çelişki içindedir. Aynı kavramlar kullanılıyor olsa bile muhtevası farklı referanslardan beslenerek şekillenmiştir.
Bu çerçeveden bakıldığında statüko kendini geniş toplumsal yığınlara yabancılaştırırken, din ve fikir özgürlüğü bağlamında statükoyla karşı karşıya gelen bu kitlelerin AB’den medet ummaları halk ve statüko arasındaki sağlıksız ilişkinin kırılma noktasını gösterir.
Stratejik ilişkilerle birlikte düşünüldüğünde AB’nin Türkiye’deki azınlık hakları ve düşünce özgürlükleri gibi hassas konulardaki öncelediği başlıklar stratejik ilgilerinden bağımsız değildir. Statükonun özgürlük kısıtlayıcı yaptırımlarının doğurduğu sorunlara AB’nin yaklaşımı, stratejik boyutla kültürel boyutun farklı bir düzlemde kesiştiği alanlardan biridir.
Türkiye’de devletin sahip çıkamadığı halkın hakkını, AB’nin azınlık hakları söyleminden hareketle savunuyor gözükmesi miyop bakışlarla anlaşılamaz. Kürt sorununu, bir Türkiye meselesi olarak algılayan AB ile, bunu Irak meselesi olarak algılayan ABD’nin stratejileri bu noktada ayrışıyor. Uyum yasalarında özellikle Kürt vurgusunun öne çıkarılması, AB’nin hükümetleri bu yönde cesaretlendirmesi statükonun en zayıf halkasını oluşturuyor. Halbuki insan hakları konusunun bir diğer yansıması olan başörtüsü sorununda AB’nin kayıtsız kalmasına, hatta AİHM’de açılan davaların davacılar aleyhinde sonuçlanmasına rağmen, başörtüsüyle temsil edilen konularda duyarlılık sahibi kitlelerin AB’ye girişi hâlâ destekliyor olmaları Türkiye’ye özgü ilginç bir durumdur.
“Kültürel kodlarla stratejik boyut”un örtüştüğü bu kavşakta şu soruyu yeniden hatırlatalım: Türkiye’nin daha özgürlükçü bir toplum haline gelmesi, yönetimin katılımcılığa açık kılınması iç dinamiklerle sağlanabilir mi? AB desteği olmadan siyasal ve toplumsal anlamda daha yaşanabilir bir toplum ve yönetim modelini oluşturacak bir siyasi kültür içeride mevcut mudur? Bu sorunun cevabı hem hayır hem evet olabilir. Cevap Türkiye’nin kendini nasıl tanımladığı sorusunda saklıdır ve yeterince açıktır.
Altıncı Uyum Paketi
AB 6. Uyum paketi en çok tartışılan paketlerden biri olarak meclisten geçti. Özellikle terör tanımı ve kapsamı bu yasanın en dikkati çeken maddelerinden biriydi. Farklı dil ve lehçelerde televizyon kuruluşlarının yayın yapmasına imkan veren düzenleme aynen kabul edildi AB’ye uyum paket çerçevesinde yasalaşan anadilde yayın yapma yasağını kaldıran madde ise daha sonra yeniden “uyumlu” hale getirildi.
Terör ve anadilde yayın tartışması nedeniyle dikkatlerden kaçan başka bir madde de “azınlık” vakıflarının mülk edinmelerine serbestlik getirilmesiydi.
Terörle Mücadele Yasası’nın (TMY) 8. maddesi yürürlükten kaldırılırken, terörün tanımı yeniden düzenlendi.. Görüşmeler sırasında AKP Diyarbakır Milletvekili Cavit Torun, “Ordumuza büyük saygımız var ama MGK’nın bu haliyle Avrupa Birliği’ne giremeyeceğimiz de çok açıktır” dedi. Torun’un sözlerine CHP’liler tepki gösterdi.
CHP’nin tasarının, uluslararası gözlemcilerin seçimleri izlemesini öngören besinci maddesinin metninden çıkarılması yönünde verdiği önergeye Adalet Bakanı Cemil Çiçek de katıldığını söyleyince madde oybirliğiyle metinden çıkarıldı.
Farklı dilde yayın
Farklı dil ve lehçelerde kamu ve özel radyo ve televizyon kuruluşlarının yayın yapmasına imkan veren düzenleme, CHP’lilerin karşı çıkmasına rağmen aynen kabul edildi.
Kabul edilen tasarıya göre “şeref kurtarmak” gerekçesiyle yeni doğmuş çocuğunu öldüren anneye verilecek ceza 8-12 yıl olarak uygulanacak. CHP bu maddenin de tasarı metninden çıkarılmasını istedi ancak verilen önerge reddedildi.
Terör tanımı
Terörle Mücadele Yasası’nın (TMY) “Devletin bölünmezliği aleyhine propaganda” baslıklı 8. maddesi de yürürlükten kaldırıldı. Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce 8. madde kapsamına giren suçlardan yürütülen hazırlık soruşturmalarında savcılıklarca takipsizlik kararı verilecek. Haklarında kamu davası açılmamış tutuklu sanıklar savcılıklar, kamu davası açılmış tutuklu sanıklar ise ilgili mahkemelerce salıverilecek.
TMY’nın “terör tanımı” başlıklı maddesi de “terör ve örgüt tanımı” olarak değiştirilerek terör suçu yeniden düzenlendi. Maddedeki “...her türlü eylemlerdir” ibaresi de “...her türlü suç teşkil eden eylemlerdir” diye düzenlendi.
Cemaat vakıflarına tasarrufları altındaki taşınmazların vakıf adına tescili için 18 aylık ek süre tanındı.
Bir hükmün, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme’nin ihlali suretiyle verildiği, AİHM’nin kesinleşmiş kararıyla tespit edilirse yargılama yenilenecek.
İmar planlarının tanziminde planlanan beldenin şartlarıyla ihtiyaçları göz önünde tutularak “lüzumlu ibadet” yerleri ayrılacak. İl, ilçe ve kasabalarda mülki idare amirinin izni alınmak ve imar mevzuatına uygun olmak şartıyla ibadethane yapılabilecek. Apartman Mescid adıyla medyanın gündeme getirdiği, bir tür “irticaya prim verilmek” şeklinde tanıtılan bu maddenin aslında kilise açılmasını kolaylaştırmak için düzenlendiği neden sonra ortaya çıktı. Bu bile Türkiye’de AB karşıtlığı ile taraftarlığı arasında farkın olup olmadığı hakkında yeterince açıklayıcı sayılmalıdır.
Sinema, Video ve Müzik Eserleri Denetleme Kurulu’ndan MGK Genel Sekreterliği çıkarıldı. Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı Kanunu’nda yer alan idam cezaları da müebbet ağır hapse dönüştürüldü.
Paylaş
Tavsiye Et