“HEDEF Fransa, Belçika, Hollanda, Danimarka, Avusturya-Macaristan, Polonya ve belki İtalya, İsveç ve Norveç’i içine alacak, üyeleri arasında gümrük anlaşmaları olacak bir Orta Avrupa Ekonomik Birliği’nin kurulmasıdır. Görünürde üyeleri arasında eşitliğe dayanacak, ancak aslında Alman yönetiminde yürüyecek olan bu birlik, Almanya’nın Orta Avrupa’daki hakimiyetini sağlamlaştıracaktır.”
Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın başbakanı olan Theobald von Bethmann Hollweg bu sözlerle Almanların geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında iki defa deneyip başarısız oldukları bir projenin iktisadi boyutunun ana hatlarını çiziyor. Avrupa’nın Roma İmparatorluğu’ndan bu yana yaşadığı, bir siyasi güç etrafında birleşip dağılma sarmalından Almanlar yüz yıldan fazla zamandır yeniden birleştirici güç rolünü üstlenmeye çalışıyor. İki dünya savaşında bunu komşularının rızasını almadan, kaba kuvvetle yapamayacaklarını gördükleri için, Adenauer’den beri Avrupa’nın bir siyasi güç etrafında birleştirilmesi işinin ancak AB çerçevesinde gerçekleşebileceğinde ittifak ettiler. Bu bağlamda Federal Almanya Cumhuriyeti, Doğu Almanya ile birleşmeyi de erteledi ve önceliği demir perde dışında kalan Avrupai unsurlar ve Atlantik ötesi oluşumlarla bütünleşmeye verdi. İki Almanya’nın komşularını ürkütmeden birleşmesi ise ancak AB’nin şemsiyesi altında gerçekleştirilebilirdi. Adenauer bunu en açık haliyle şu sözlerle dile getiriyor: “Bağımsızlığımızdan vazgeçip bütün Almanya’yı Sovyetlerin ellerine teslim etmedikçe, Alman birliğinin Avrupa Birliği yoluyla gerçekleşmesinden başka çare yoktur.”
Roma’dan beri kıtada birliği istemeyen ve bu tarz girişimleri kıtadaki ikinci güçlüyü yanına alarak dağıtmaya çalışan ülke ise İngiltere oldu. İngiltere’nin AB içindeki duruşu da bu çizgisinin bir uzantısı olarak biraz aykırı bir duruştur. Başta euroya katılmamak gibi tercihleriyle İngiltere, AB’nin ne tam içindedir, ne de tam dışında. Amerikan dış politikasına yakın duruşu da dış politikasının genel çizgisi ile paralellikler arz eder. Nitekim İngiltere Irak başta olmak üzere, pek çok konuda AB’nin veya daha özel olarak Berlin-Paris ekseninin tezlerine değil, ABD’nin tezlerine yakın konum aldı. Son Irak operasyonunda İspanya’nın da bu ittifaka destek vermiş olması ve ABD’nin, AB’nin genişleme kapsamında bulunan Doğu Avrupa ülkelerine göz kırpması, AB’nin Avrupa’da tek bir güce doğru giden yolun anahtarı olması konumunu zedeleyen görüntülere neden oldu. Ancak bu verilerden hareketle AB sürecinin tümden sekteye uğradığını söylemek kolay değildir. Çünkü AB gibi mazisi elli yılı aşan bir olgu hakkında anlık değişkenlerden hareketle hüküm vermek çok sağlıklı olmaz.
Nitekim Almanya, tarihinden gerekli dersleri çıkarttı ve Avrupa’yı birleştirmeye dönük üçüncü denemesinde Fransa’yı kendisine yakın bir ortak olarak seçti. Buna Fransa da razı oldu; çünkü iki dünya savaşı ile test edilen Almanya’nın gücünün önünde durmanın zor olduğunu fark etti. Bu yüzden sürecin dışında kalmaktansa içinde yer almanın daha iyi olacağını düşündü. Bu nedenle Bonn-Paris, daha sonra Berlin-Paris ekseni AB’nin kurucu unsuru oldu. Almanya II. Dünya Savaşı’ndan beri attığı her adımda başta Fransa olmak üzere hiçbir komşusunu ürkütmemeye özen gösterdi. Üst üste dört dönem Almanya’nın başbakanlığını yapan Helmut Kohl daha genç bir politikacı iken Konrad Adenauer’den şöyle bir tavsiye aldığını söyler: “Fransızlarla iş yaparken bir kere Alman bayrağını selamlarsan, üç kere Fransız bayrağını selamlamalısın.”
II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Almanya’nın attığı adımların en ses getireni ise, hiç şüphesiz, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesidir. Birleşmeye kadar Almanya ekonomik gücünü siyasi güce çevirememişti. Birleşmeyle birlikte Fransa, İngiltere, ABD ve diğer ülkeler Almanya’nın iktisaden dev ama siyasi olarak cüce olma döneminin artık sona erdiğini kabul etmiş oldular. Bu birleşme kıtada Dördüncü İmparatorluk (Viertes Reich) endişelerine yol açtı. Kohl 27 Eylül 1992’de Welt am Sonntag gazetesine verdiği demeçte, duvarın yıkılışının ardından yapılan ilk Avrupa Birliği zirvesinin buz gibi geçtiğini, birlik üyelerinin, yeniden süper güç olma yolundaki Almanya’nın NATO’dan bile çıkacağı endişesini taşıdıklarını, bu nedenle gerek kendisinin gerekse Genscher’in ‘Almanlaşmış bir Avrupa’ değil, ‘Avrupalılaşmış bir Almanya’ istediklerini mütemadiyen dile getirdiklerini bildirdi. AB’nin gelişim sürecine baktığımızda Hitler’in Üçüncü İmparatorluğu gibi sert olmasa da AB’nin de nihai olarak Avrupa’da bir güç temerküzü idealine hizmet etmek üzere ihdas edildiğini söylemek mümkündür. Bu bağlamda İkinci ve Üçüncü İmparatorluklar’da olduğu gibi Almanya’nın komşularını ürküttüğü bir tarzda olmasa da AB’nin bir tür Dördüncü İmparatorluk olduğunu söyleyebiliriz.
Almanya, güçlü bir Alman Devleti’nin ancak AB gibi bir çerçevede mümkün olabileceğini fark etti. Bu nedenle Almanya açısından AB’yi anlamlı kılan en önemli faktör iki Almanya’nın birleşmesini ve güçlü bir Almanya olgusunu kuşatacak tek çerçeve olmasıydı. Şimdilerde bir süper güç olma yolunda Almanya korkulan geçmişini perdelemek için her şeyin başına bir ‘Avrupa’ sözcüğü getiriyor. AB süreciyle ilgili olarak Alman basınında sık sık ‘Almanya’yı kendisinden korumak’ tabiri kullanılır oldu. AB’nin diğer üyeleri açısından ise AB, Almanya’nın kendi başına hareket etmesinin önüne geçecek bir kurum olarak görülüyor. Bu süreçte AB üyesi ülkeleri birbirine en çok bağlayan kurumsal unsur da euro oldu. Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası (AMB) gibi kurumlarla AB ülkeleri arasında güçlü bir entegrasyon hedeflendi. Almanya ise Avrupa’nın iktisadi ve siyasi entegrasyonunu kendi milliyetçi sosyalist mazisinden kaçmanın bir aracı olarak görüyor.
Söz konusu entegrasyon Almanya’nın iktisadi motor olduğu bir ekonomik model öngörmekte. Bu modelde Almanya’nın üç önemli stratejik hedefi var ve bugün bunları büyük ölçüde gerçekleştirmiş gözüküyor: AB ekonomisinin genel çerçevesini belirlemede öncelikli söz sahibi olmak, Frankfurt’u Avrupa’nın finansal merkezi yapmak ve Almanya’nın Avrupa’nın ticari merkezi olma statüsünü korumak. AMB’nin Frankfurt’ta olması da bu bağlamda Almanların üstü kapalı ifadelendirdikleri bir ön koşul idi. Öte yandan Almanya AB içinde yaptığı yan ödemeler sayesinde bu ödemelerden yararlanan ülkeler üzerinde hatırı sayılır bir nüfuz elde ediyordu. AMB’nin özerkliği, genel işleyiş tarzı ve ürettiği para politikaları Alman Merkez Bankası Bundesbank’ın kurulduğundan bu yana izlediği politikalarla ciddi benzerlikler arz ediyor. Hatta AMB, Bundesbank’tan da daha bağımsız bir yapıya sahip.
Almanya’nın AB içinde bir hegemon olduğuna şüphe yok. Fakat bu hegemonyadan sadece kendisi değil, AB’nin diğer üyeleri de faydalanıyor. Daha AB oluşmadan atılan adımlarda Gümrük Birliği başta olmak üzere, üye ülkeler arasında pek çok ortak kurumun ihdas edilmiş olması, AB üyesi ülkelerin bu birlikten elde ettikleri iktisadi kazançların temelini oluşturuyor. Bu yanıyla AB, Avrupa ülkelerinin küreselleşmeye reaksiyonlarıdır diyebiliriz. Aslında AB’nin bu özelliği Soğuk Savaş sürecinin sona ermesi ile belirmeye başladı. Dolar karşısında tutunabilecek para birimi Almanların Deutsche markı değil, AB’nin eurosu olabilirdi. Avrupa eğer euronun güçlü bir para olmasını sağlayabilirse bu durumda doların etki alanını daraltıp kendisine yer açabilir.
Bu perspektiften bakıldığında genelde AB üyesi ülkelerin, özelde ise Almanya’nın Türkiye’nin AB’ye üyeliğine neden soğuk baktıkları daha iyi anlaşılır. AB’nin -veya ilk şekli ile Avrupa Kömür ve Çelik Ortaklığı’nın- kuruluş mantığı ve varlık gerekçesine baktığımızda, bu resimde Türkiye’ye ait bir yer görülmemekte. AB’nin Türkiye’nin adaylığını yine de gündeminde tutması, eğer bu tümden bir oyalamaca değilse, AB’nin global arenadaki diğer aktörlerle ilişkileri bağlamında bir yere oturtularak anlaşılabilir. AB içi ilişkiler ve dengeler açısından Türkiye resmin dışında duran bir unsurdur. Zaten Almanya’da Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine en sıcak bakan çevreler olan SPD ve Yeşiller bile bunun için yirmi senelik bir süreden bahsediyorlar. Hıristiyan Demokratlar ise Türkiye’ye baştan böyle bir ‘umut’ verilmiş olmasını bile eleştirmekteler.
Paylaş
Tavsiye Et