Bölüm V
BEN Macaristan sınırındaki kamptan ayrılırken, benim gibi siyasi tutuklu olan tramvay kondüktörü bir diğer mahkum, eşine bir mektup götürmemi istemişti. Eşinin, Çar Köprüsü ile Başçarşı arasındaki bir sokakta, bir manav dükkanında çalıştığını söyledi. Ertesi gün eve döndüğümde, onu aramak üzere yola çıktım. Onu dükkanda buldum ve o mektubu okurken etrafa bakındım. Beş ya da altı küfe beyaz şalgamdan başka bir şey yoktu. Hava soğuktu ve kadın ile dükkancı battaniyelere sarınmışlardı; dükkanda ısınmaya dair en küçük bir işaret yoktu. “Burada ne satıyorsunuz?” diye sordum. “Ne görüyorsunuz?” diye cevapladılar. Bazen birkaç patates olduğunu ve böyle zamanlarda aniden bir kuyruk oluştuğunu eklediler.
Ancak “bazıları diğerlerinden daha eşitti”. Nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan sıradan insanlar için kuponlarla alınabilecek pek az un, şeker, yağ ve tekstil ürünü vardı. Ayrıcalıklı azınlık içinse, sözde bakanlık mağazaları. Bunların üç kategorisi vardı. Baldızım, bunlardan “3 numara” adıyla ayrıcalıklıların üçüncü kategorisine tahsis edilmiş olan birinde çalışıyordu. “1 Numaralı” dükkanlar askeri ve siyasi tabakanın en üst kademesi için ayrılmıştı. Bu dükkanlarda pastörize Amerikan sütünden çikolataların tüm çeşitlerine kadar herşey vardı. Yugoslavlar, yönetici kasta yönelik bu özel ilgiyi Ruslardan kopya etmişlerdi. Sözde “reel-sosyalizmin” uygulandığı ülkelerde (S.S.C.B. ve onun uydu devletleri), nomenklatura (rütbelendirme) sistemi aracılığıyla muhafaza edilen bir parti personeli tekeli mevcuttu. Bu, siyaset, ekonomi ve kültür alanındaki, yalnızca Parti Komitesi’nin onayıyla kazanılabilen (ya da kaybedilebilen) en önemli pozisyonları içeren bir listeydi. Gerçekte nomenklatura iki listeden oluşuyordu; sadece ilgili parti organlarının onayıyla elde edilebilecek olan pozisyonların listesiyle, bu pozisyonlara atanabilecek bireylerin listesinden. Her iki liste de, hizmete özeldi. Kast benzeri ayrıcalıklar nomenklatura ile ilişkilendirilmiş (yüksek maaşlar, trenlerde özel kompartımanlar, ayrı okullar, başkalarına kapalı olan tıbbi kurumlara erişim imkanı, özel mağazalar… ) ve giderek daha düşük kalite, çeşit ve miktara doğru inecek biçimde, kademeye göre dağıtılmıştı. Eva Berkoviç, Yugoslavya’da Toplumsal Eşitsizlik başlıklı bir kitapta, bizim ülkemizde de federal düzeyden cumhuriyet düzeyine, oradan da belediyeler düzeyine doğru yayılan benzeri bir ayrıcalıklar sistemi (ücret, villalar, apartmanlar, arabalar, tahsisli yazlıklar ve diğerleri) betimlemişti. “Ayrıcalıklar hakkındaki tüm kamusal ve hatta parti-içi tartışmalar, anti-sosyalist ve devlet-karşıtı olduğu gerekçesiyle yasaklanmıştı” diye yazar Berkoviç. Nomenklatura’nın mevcudiyetinin, seçilimi, saflar için bir maskaralığa dönüştürmek suretiyle anlamsızlaştırdığına ayrıca işaret etmeye pek ihtiyaç olmasa gerek.
Saraybosna’nın dükkanları boş, ama hapishaneleri doluydu; özellikle de Kominformistler, Genç Müslümanlar ve dili uzamış insanlarla. Komünistler, eski Yugoslavya’dan ve Ustaşa rejiminden kalma bütün hapishaneleri doldurduktan sonra Çengiç-Vila’da birkaç bin kişiyi barındırabilen ve “Kamp 505” olarak bilinen yeni bir hapishane inşa ettiler. 1952’ye kadar gidişatta bir değişiklik olmadı. Solun sosyal ve politik adaleti buydu(!). 1966’ya kadar, yani 21 yıl boyunca, Yugoslavya, Polis Şefi Aleksandar Rankoviç tarafından yönetildi. Ancak 1975-78’lerde; 30 yıldan fazla süren komünist idareden sonra, durumda küçük bir iyileşme oldu ve insanlar çok sınırlı da olsa özgürlük duygusunu hissedebilir hale geldiler. Ancak bu, 20 milyar Amerikan dolarına denk bir dış borç pahasına gerçekleşti ve ortada hâlâ konuşma özgürlüğü diye bir şey yoktu.
1954’te nihayet Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum, Kasım 1956’da da mezun oldum; böylece gençlik arzumu gerçekleştirmiş oluyordum.
Ancak kazançlarımın çoğu inşaatçılık alanındaki çalışmalarımdan geldi. Yaklaşık 10 yıl, Karadağ’da yedi şubesi bulunan ve benim de Nikşiç yakınındaki Peruçica hidro-elektrik santral inşaatının başında bulunduğum bir inşaat firması için çalıştım. Bu sırada İslam hakkında bazı makaleler yazmayı denedim. Bunların çoğu hiç yayımlanmadı. 1969’da, düzeltilmiş son versiyonunu 1970’de yayımladığım İslami Deklarasyon’un müsveddelerini yazdım. Yaklaşık 40 sayfa olan bu kısa metin, ancak 1983’teki Saraybosna Davası’ndan sonra dikkat çekti. Ona yönelik savunmalar da, saldırılar da aynı derecede heyecanlıydı.
Saraybosna’da yazılmış olmasına rağmen Deklarasyon, dikkatini Yugoslavya’ya değil, İslam dünyasına yöneltmişti. Gerçekten de, metinde Yugoslavya’nın adı bile geçmiyordu. Deklarasyon’un ana fikri, Müslüman kitlelerin imgelemini ancak İslam’ın yeniden canlandırabileceği ve onları bir kez daha kendi tarihlerinin aktif katılımcıları olmaya muktedir kılabileceği idi. Batılı fikirler bunu yapmaya muktedir değillerdir. Bu mesaj fundamentalist olmakla suçlandı ki, bir bakıma da öyleydi. Kaynaklara dönüşü talep ediyordu. Otoriter rejimleri lanetliyor, eğitime daha fazla yatırım yapılmasını gerekli görüyor ve kadınlar için yeni bir pozisyonu, şiddetten kaçınmayı ve azınlık haklarını savunuyordu. Deklarasyon Batı’da hatırı sayılır bir itiraz kaydıyla karşılandı. Benim görüşüme göre onlar, Deklarasyon’un, İslam’ı sorunun kalbine yerleştirmiş olması gerçeğini affedemediler.
Benim Deklarasyon’u yazmak üzere olduğum sırada, “68” bir yangın gibi bütün dünyayı sardı. 68, sosyalist fikirlerle dolmuş olan ve kurulu düzene başkaldıran genç entelektüellerin hareketiydi. Tarihin bu noktasında ulaşılması imkansız olan birşeyi istiyordu; ideal bir geçmişteki yaşama geri dönmek. Daha sonraki olaylar -Batı’daki muhafazakâr hareket ve dünya çapındaki dinsel canlanma- 1968’in ideallerinin gerek o dönemle, gerekse tarihin daha kapsamlı akışı ile uyum içinde olmadığını gösterdi. Daha da önemlisi, onlar artık 20’nci yüzyıl başlarının masum idealleri olmaktan çıkmışlardı; çünkü uygulamalarındaki ciddi hataların ağırlığı çoktan omuzlarına çökmüştü.
Bu yıllarda Doğu ve Batı Arasında İslam adlı kitabım üzerinde çalışmaya başladım. Aslında onu çok daha önce, 1946’da hapsedilmemden hemen önce yazmış olduğumu söyleyebilirim. El yazması 20 yıldan fazla bir süre saklı kaldı. 1946’da tutuklandığımda, kız kardeşim Azra (1997’de öldü) onu evimizin çatı katındaki kirişlerin altına sakladı. Daha sonra onu bulduğumda yarı yarıya çürümüş bir kağıt tomarından ibaretti. Ona bazı yeni veriler ekledim, metni yeniden yazdım ve onu Kanada’daki bir arkadaşıma yolladım. Nihayet 1984’te; ben 14 yıllık ağır iş mahkumiyetimden dolayı ikinci hapis cezamı çekmekte iken Amerikalı bir yayıncı onu bastı.
Bu kitapla, bugünün düşünce ve olgu dünyasında İslam’ın yerini değerlendirmeyi amaçlamıştım. Bana öyle geliyordu ki, tıpkı Müslüman dünyanın coğrafî pozisyonunun yeryüzünde Doğu ve Batı arasındaki mekanı kaplaması gibi, İslam da Doğu ve Batı düşüncesi arasında bir yerlerde bulunuyordu. Bazı genel fikirlerin ve bazı değerlerin tüm insanlık için ortak olduğunu göstermeye çalıştım. Kısaca özetlemek gerekirse, kitabın içerdikleri bunlardı.
İtiraf etmeliyim ki, uzmanlardan ve onların kitabı “satır satır” okumalarından korkmuştum. Kitapta kabaca ortaya konmuş; hatta gizlenmiş olan vizyonu takip eden bir okuyucunun, onda bilgiç, analitik bir zihne nazaran daha fazla şey bulacağına emindim. Kendi vizyonumu ifade etme girişimimin yetersiz, sadece tahmini ve yer yer tutarsız kaldığının farkındaydım. Aşina olduğumuz bir dizi kavrama, bilinen anlamlarının yerine metafizik anlamlar atfettim. Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam ve benzerleri, özel olmaktan çok genel anlamlara sahip metaforlardan ibarettir. Örneğin İslam, “üçüncü yol” için ya da beşeri şahsiyeti tatmin edebilecek bir formüle sahip olan bütün yaşam biçimleri için kullanılan başlıca metafordur. Gerçekte kitap, bir dünya vizyonu lehine bir şahitlikten fazla birşey değildi.
Çeviri: Alev Erkilet
Not: Aliya İzzetbegoviç’in hatıraları “Tarihe Tanıklığım” adıyla KLASİK Yayınları tarafından okuyucuya sunulmuştur.
Paylaş
Tavsiye Et