KENT, teorik çalışmalara yoğun bir biçimde konu olmuş, medeniyetin motor gücünü oluşturan önemli bir aktördür. İçinde farklılıkları barındıran bu çok boyutlu ve etkileşimli ilişkiler sistemi içinde insan, özgür bir havayı solur ve üst yapıda kendini ifade eden kimliğini sergiler. Toplumun yaşadığı coğrafî, tarihsel, ekonomik, sosyolojik koşulların birikimli ve etkileşimli varlığından süzülerek oluşan yaşama biçimi ve değerler sistemi bütünü, özetle toplumun dünya görüşü, üst düzeyde mimariye ve kent siluetine biçimini veren, özel bir alanı oluşturmaktadır. Kent, toplumsal sistemin simgesel ve mekansal gösterimlerini temsil eder. Kentler, toplumların sahip oldukları koşulların ve oluşturdukları sosyal örüntülerin ya da ruhlarının bir aynasıdır. Bu ilişki, karşılıklı yön ve yoğunlukları değişerek, etkileşerek yol alan bir biçimi sergilemektedir. Böylece kent, işlevsellik boyutunun yanında, özgün ve sembolik olma özelliği ile ele alınması gereken bir kavram ve gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda kentlerin, ihtiyaçtan doğan kullanım ve koşullarını aşan bir anlamlarının olduğu gerçekliği vurgulanmalıdır.
Sorun şu ki; kente yönelik yapılan yoğun bir teorik çalışma eforu içinde, insan kavramı ihmal edilmiştir. Sosyoloji biliminin kurucu sloganı “gidip gerçekleri toplayın” komutu ile bilim dünyası, verilerini, insan kavramını, -sadece duyuları bir pencere olarak kullanarak- kendi varlığını ihmal ederek toplamıştır. Maalesef, ağaçları tek tek izleyen bu yoğun zihnî ve fiziksel emek, orman kurgusunu ihmal etmiş ve ormanı orman yapan espriyi kaçırmıştır. Realite veya gerçeklik bilgi toplamadaki tek yığıntı olarak algılanınca, Weber’in içli sızlanışını duymazlıktan gelemeyiz/gelmemeliyiz: “Şehrin ekolojik açıdan incelenmesinin çok büyük bir kısmı, değişik bölgelerin doğal alanlar, habitatlar ve bu nitelikte olmayan bölgelerin özelliklerinin belirlenmesine ayrılmış; bu özellikleri doğuran yaşama çok az yer verilmiştir. Olağanüstü bir sabırla suç mahallinin araştırılması yapılmış, suçlu büyük ölçüde ihmal edilmiştir. Ekolojik şehir teorisi, kısmen bilimi özerk, bağımsız ve tam kılma yönündeki talebin ihanetine uğramıştır. Tabloların, haritaların, diyagramların, istatistikî oran ve rasyoların çok büyük bir kısmı, kendi değerleri için kullanılmıştır.”
Ancak hakikat şu ki, günümüz kentlerini anlamak zorluğu ile karşımıza çıkan değişken, çok boyutlu, kuşatılamayan “bin bir suret insan”, tarihsel süreçte anlaşılması daha kolay bir kavram olarak görülür. Amerikan kent sosyologlarının sıkıntısı bu insanla karşı karşıya olmalarından kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz onlar da biliyorlar ki, ihmal edilmemesi gereken bir kavramdır insan; ama modern kentleri dolduran insan kalabalığı, bir sır kadar meçhuldür ve güçtür. O yüzden, tanımlayıcı betimlemeleri oluşturacak veriler, bilim mantalitesi ile uyumlu ve verimli/anlamlı sonuçlara götürür ve realitede daha çok faydayı ifade eder. Ancak realiteye bu denli yoğun bağlılık, gözlerimizi alan bir ışık yoğunluğu ile bir an için (bu anın zaman kavramındaki karşılığı değişebilir) bizi kör edebilir. Öyleyse, belki de bir süre gözlerimizi kapamalı ve onu yeniden başka gözlerle seyretmeli ve yorumlamalıyız. İdealiteyi terazinin diğer kefesine koymazsanız, sürekli realiteyi tartar durursunuz. Şimdi kenti, farklı bir gözle seyretmeye veya özgün kavramımızla, temaşa etmeye ne dersiniz?
Kimlik, farklılık ve uyumun ayırt edici/özgün bir bileşimidir. Farklılığı birleştiren uyum, orada yaşayan toplumun, yaşama biçimi ve değerler sisteminin mekanda nakşedilerek, özgün bir ifade kazanmasıdır. Kentin estetiği orada yaşayan, ortak zamanı ve mekanı paylaşan toplumun kimliğini ifade etmektedir. Böylece estetik, ortak değerleri temsil eden toplumsal bir gösterge olmaktadır. Bu göstergeler bütününün parçası olarak toplumun içinde başı çeken güç dengesini temsil eden semboller ve değer hiyerarşilerinin varlığı göz ardı edilemez. Günümüz İstanbul’unda temsil edilen kimlik arayışları, kentli kimliğinin bizatihi taşıyıcısı yerel otoritenin nihayet gündemine girmiştir. Kentlerin sahipleri en iyi kendilerini tanıyabilir, tanıtabilir ve pazarlayabilirler. Bu anlamda kentlilerin, bilgi taşıyıcı aktörler olması önemli olduğu kadar kaçınılmaz bir gerekliliktir. Ancak bunun bir üstü hiyerarşik kademede, bir o kadar önemli duygu ve görgü boyutu bulunmaktadır. Tüm insanlar yaradılış gereği güzele tutkuludur. Bir tür homoaestheticus olarak ifade edilebilecek bu duruş, mevcut duyguların tatmin edileceği ve geliştirileceği mekanları zorunlu kılar. Yerel Otorite ve Kimlik başlığının içinde barındırdığı temel sorun, kanımca, kimlik sahibi mekanlardan yoksun oluşumuzdur. Yoksunluğumuz maalesef kimlik atfettiğimiz paha biçilmez tarihî dokunun ruh ve duygu dünyası için de geçerlidir. Şükür ki, İstanbul yerel otoritesi yukarıda tanımlanan problemi, aşılan bilgi boyutuna paralel, acil bir şekilde hissetmeye başladı. Kendini tanımak ve bilmek istiyor. Bunun için Sosyal Doku ve Kentim İstanbul projeleri ile sorun/lar teşhis ediliyor ve çözümler üretme çabası sürüyor. Bu çerçevede İstanbul’da yaşayan insanların kentle olan duygusal bağlarının, kente ve kentliye yönelik davranış biçimlerinin, kent donanımlarına ve ortak kullanım alanlarına davranış biçimlerinin, geldikleri yörelerle ilgili bağlarının, geldikleri yöreden kente taşıdıkları değerlerin, kente dair gelecek tasarımlarının, kendilerine dair gelecek tasarımlarının, İstanbul algılarının, İstanbul’da edindikleri değerler, kentteki -ben algılarının-, kenti sahiplenme duygularının, yerel otoriteden beklentilerinin, memnuniyet ve memnuniyetsizliklerinin/şikayetlerinin ve kentte kendilerini temsil biçimlerinin ölçülmesi amaçlanmakta. Sorun alanı olarak tespit edilen İstanbul’un yeni sakinlerinin kentli olma bilincine sahip olmayışları ve çok parçalı İstanbulluluk, değerlerin içselleştirilmesi çabası ile kentin ve kentli modelinin tanıtımını esas alan bir dizi etkinliklere perde aralanarak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Öyle ya, yalnızca bildiğimiz, tanıdığımız şeyleri sevebilir ve onları, bu oranda benimseyip sahiplenebiliriz. Bir zamanlar öz değerleri ile kentini bezeyip kentliliği zirvede, doyumsuz bir biçimde yaşayan akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim İstanbul insanı, yerel otoritenin amaçlı ve azimli çalışmaları ile kentliliğe koptuğu yerden eklemlenmek zorundadır. Bunun içinse, popülist, mekanik ve öykünmeci yaklaşımlardan ziyade, kendimiz gibi olmaya ve tabii ki bedelini ağırlığınca ödemeye ihtiyacımız var.
Paylaş
Tavsiye Et